Yeşilçam Hatırası

“Bir dönemin, özellikle 50’li, 60’lı yılların sinemasına damgasını vurmuş unutulmaz filmlerin, unutulmaz oyuncularının büyülü dünyasına gireceksiniz birazdan. Gong sesini duyduğunuzda, ışıklar sönecek, bütün zamanların en dev kadrolu siyah-beyaz belgeselini izlemeye başlayacaksınız. Yeşilçam Hatırası: Unutulmayan Yüzler, unutulmaz filmler...

29 Kasım 2009 Pazar

Yaşamı boykot eden ‘Yeşilçamzede’ SUPHİ KANER



1960’lı yılların sonunda birçok yaşıtım gibi, yazları çeşitli işlerde çalışırdım. Mahalle bakkalına çıraklık yapmak, haftasonları maçlarda gazoz satmak ve niyet çektirmek de misket oynamak, gazoz kapağı biriktirip ‘hangi baş’ oynamak kadar zevkle yaptığım işlerdi. Yaz-kış en büyük eğlencemizse ailecek gittiğimiz sinemalarda izlediğimiz filmlerdi. O yıllarda, yazlık sinemaların hayatımızdaki yeri başkaydı. Nubar Terziyan’ları, Hulusi Kentmen’leri, Danyal Topatan’ları, İhsan Yüce’leri o filmlerde tanıdım. Arkadaşları için her türlü fedakarlığı göze alan insanlar, haksız yere teklif edilen paraları karşısındakinin yüzüne çarpan ‘yoksul ama onurlu gençler’, o filmlerin ‘bizden insanları’ydı. "Üç Arkadaş" filminin yoksul ama sevgiyi, dostluğu ve dayanışmayı herşeyin üstünde tutan onurlu insanları bize bugün bile hayat dersi vermektedir.
Birçok işte çalışmama karşın, en çok sinemalarda çalışan yaşıtlarıma imrenirdim o günlerde. Çünkü benim gidemediğim, izleyemediğim filmleri onlar hiç kaçırmıyorlardı. Yine de gittiğimiz sinemalarda ‘alaska frigo’ ve gazoz satan o çocuklar kadar iyi tanırdım sinema oyuncularını.

İşte o yıllarda tanımış ve çok sevmiştim Suphi Kaner’i, o hüzün yüzlü, hüzün bakışlı komedyeni. Beni çok etkileyen oyunculardan olmuştu. O yıllarda birçok filmini izlemiştim, yaşadığı dramı bilmeden. Çok sonraları öğrendim, yıllarca yoksul bir hayat sürdüğünü, ayakta kalabilmek için sinemalarda çalışmak da dahil, marangozluktan elektrikçiliğe, ayakkabı tamirciliğine, tiyatroculuktan gazeteciliğe ve sinema oyunculuğuna kadar  birçok işte çalıştığını. Yine çok sonraları öğrendim intihar ederek yaşamına son verdiğini.
Telgraf hat bakıcısı Ömer Efendi ve Nâzime Hanım’ın tek çocuğu olan Suphi Kaner, 19  Ocak 1933 yılında Cerrahpaşa’da dünyaya gelir. Alt katında marangozhane olan yoksul, ahşap, kira evinde... Babası genç yaşta ölür ve yaşlı, hasta annesi evlere çamaşıra gider. Suphi Kaner de çok küçük yaşlarda çalışmaya başlar. "İlk olarak Hayat Karamelaları" satar, okul tatillerinde de ayakkabı tamirciliği yapar. Elektrikçilik, marangozluk gibi işlerden sonra Şehzadebaşı’ndaki Ferah ve Turan sinemalarında fıstık, gazoz satar. O yıllarda oyunculuğa gönül vermiştir. Yazarlığı da vardır Suphi Kaner’in. Hikaye ve şiir yazar. Yazdığı hikayeleri yayınlatmak üzere götürdüğü gazetenin yazıişleri müdürü, "Bununla para kazanamazsın. Gel en iyisi gazete sat" der ve Suphi Kaner o işi de yapar. Sonra yine bir sinemada yer göstericiliği yapmaya başlar.

1946 yılında Eyüp Halkevi’nde sahneye çıkar, "Süt Kardeşler" ve "Mozambik" revülerinde oynar. Ardından da Yeşilçam’a gelir. Film yazıhanelerinde çalışmaya başlar. Yeşilçam’ın ‘hamallığını’ yapmaya başlamıştır. Fikret Hakan ve Öztürk Serengil en yakın dostlarıdır. Ya kahvelerde ya da Fikret Hakan’ın annesinin evinde yatmaya başlarlar. Hergün beş parasız oyuncu kahvelerinde iş bekliyorlardır ve o iş bir türlü gelmiyordur. Fikret Hakan’la birlikte “Sahne 8” adlı bir tiyatro grubu kurup, turnelere çıkarlar. Zamanla Fikret Hakan da Öztürk Serengil de Suphi Kaner de, yaşadıkları çileli ve yoksul günlerden sonra, Yeşilçam’da ‘dikiş tutturur’lar. Suphi Kaner başrollerde oynamaya başlar. Halktan, sevimli tiplemeleriyle sevilen bir komedyen olarak ünlenir. Artık günlerce film teklifleri beklemiyor, setten sete koşuyordur. Öztürk Serengil’e ve O’nun anılarını referans alan sevgili Taner Ay’a göre "Para, Suphi Kaner’i Suphi Kaner’e yabancılaştırmıştır, en başta. Alkollü gecelerini alkollü 24 saate genişletecek kadar mutsuzluğuyla." (11) Ben yine de bu yargıları biraz acımasız bulmuşumdur yıllardır.

Suphi Kaner 1959’da evlenir, Aşkın ve Taşkın adında ikizleri olur. Artık sadece eşi ve ikizleri vardır hayatında. Onlar için yaşıyor, onlar için daha çok çalışıyordur. Fakat Yeşilçam acımasızdır. Zamanla diğer yüzünü göstermeye başlar. Yaşadığı yoksul ve çileli geçmişin yarattığı tahribat yakasını bırakmamış, taşıdığı izler, yaşadığı hayalkırıklıkları sürekli yalnızlığa ve bunalıma itmiştir Suphi Kaner’i. O da birçok meslektaşı sanatçı gibi, örnekse Yıldırım Önal, Cahide Sonku, Tugay Toksöz gibi dostluğu içkide aramıştır en paralı, en yoksul günlerinde de. Yeşilçam’ın sevimli güldürü ustası bunalıma girdiği günlerde iki kez intiharı denemiştir. Alkolle sorunu olduğu için setlerde de ‘sorunlar’ yaşıyor, film şirketleriyle arasında anlaşmazlıklar çıkıyordur. Bir sinema dergisine şöyle bir ilan verir: "Sayın seyircilerim ve meslektaşlarım... 24. 11. 1961 tarihinden itibaren, on yıldan beri devamlı olarak içtiğim içkiyi, gerek sıhhatim ve gerekse dostlarıma karşı davranışlarımın anormalleşmesi bakımından bıraktım... Bundan böyle, her kim beni içki içerken veya içkili görürse kendilerine tarafımdan 1000 TL’sı ödenecektir. Hürmetlerimle." (12) Fakat sözünde duramaz, içki içmeyi sürdürür.
Suphi Kaner’le, -ne acıdır ki yıllar sonra o da yaşadığı ekonomik kriz, borçlar ve çeşitli sorunlar nedeniyle intihar edecek olan- Nevzat Pesen’in sahibi olduğu Pesen Film arasında bir sorun yaşanır. Suphi Kaner, anlaşması olduğu halde filmi yarım bırakır ve çekimlere gitmez. Bunun üzerine Nevzat Pesen, işi aksattığı ve şirketi zarara uğrattığı için Suphi Kaner’i, Prodüktörler Cemiyeti’ne şikayet eder. Prodüktörler Cemiyeti de 1963’ün Haziran ayında bir bildiri yayınlayarak tüm film şirketlerine gönderir ve "...Oynamayı kabul ettiği rolü filmin yarısında bırakarak film şirketini maddi, manevi zarara soktuğu için" anlaşmazlık çözülene kadar Suphi Kaner’e "iş verilmemesini rica eder." Bu "ihtar" niteliğindeki bildiri, apaçık bir boykottur. Bu boykottan sonra sinemamızın önemli ve yetenekli aktörü Suphi Kaner en verimli günlerinde, işsiz kalmıştır.

Suphi Kaner de boykot kararına tepkilidir ve yapımcıları, film şirketlerini suçluyordur. Ölümünden birkaç gün önce ziyaret ettiği Ses dergisinde yaptığı söyleşide şunları söyler: "Yeşilçam’a geldiğim gün on beş liram vardı, işte şimdi on liram var. Ama, ben o film prodüktörleri için hayatımı, kanımı, canımı verdim. Onlar benim iş hürriyetimi tahdit etmek cesaretini nereden buluyor? Bu insan haklarına aykırıdır, insan haklarını çiğnemektir. Fakat onlara göre ben ‘insan’ değilim ki. Prodüktörler Cemiyeti beni halktan ayırmak istiyor. Otuz milyon seyircinin tebessümlerini çalmaya kimsenin hakkı yok! Beni öldürmek istiyorlar, ama ben bile öldüremiyorum. İki defa intihar ettim, ölmedim." Bu sözleri söylerken gözlerinden yaşlar boşanır Suphi Kaner’in. Sakinleşince sürdürür konuşmasını: "Türkiye’deki bütün kameraları sırtımda taşıdım. 18 yılda bu hale geldim. Hammalı aktör diye karşılarında görmek ağır geliyor. Aktör’ün cemiyeti, sendikası yok. İki çocuğuma dua etsinler, şimdi daha temkinli, daha efendice mücadele edeceğim. (...) İçkiyi aleyhime silah olarak kullanıyorlar. Bu olayların içki ile ilgisi yok. Beni ‘röntgenci’ rolüyle seyircilerimin karşısına çıkarmak istediler. Onu farkedince terkettim. Beni seven seyircilerimin hanımlarına ben kötü gözle asla bakamam. Rol bile olsa bakamam."
Suphi Kaner kendisine önerilen role içerlemiştir. Hep güldüren ve hüzünlendiren sempatik aktör, "kötü" adam rolünde seyircilerinin karşısına çıkmak istemez. Fakat Yeşilçam ve insanlar acımasızdır. Duyarlı ve içine kapanık aktör dişiyle, tırnağıyla mücadele ederek, yoksulluklarla, çilelerle boğuşarak geldiği yerde onurlu mücadelesini sürdürmek istemiştir yalnızca. O da birçok ‘benzeri’ gibi yalnızdır, kırgın ve küskündür.

Türk sinemasının güldürü ustası, sempatik aktörü Suphi Kaner, 1963 yılının Ağustos ayında, henüz 30 yaşındayken arkadaşı Afif Yesari’nin evinde, üç tüp "Nembutal" adlı haplardan içip intihar ederek yaşamına son verir. Son konuşmalarının ve ölüm haberinin yer aldığı Ses dergisinde sanatçı Afif Yesari’nin evinin fotoğrafının altında, fotoğraf altı olarak "Bu evde öldü" başlığıyla birlikte şunlar yazıyordu: "Kasımpaşa Bahriye Caddesi No. 181.. Suphi Kaner’in son adresi buydu. Birçok kira evi değiştirmişti, en sonunda arkadaşı Afif Yesari’nin evinde geceyi geçirmek istemişti. Arkadaşları intihar edeceğini hiç ummadılar. Onlara da oyun oynadı ve üç tüp ‘Nembutal’ yutarak öldü. Ölümü garantilemek için yatarken ‘beni 12’den önce uyandırmayın’ demişti. Şimdi, yıllardır hasret kaldığı rahat uykusunu bol bol uyuyacak. Hiçbir iş davetiyesi veya boykot kararı uykularını kaçırmayacak."
Oyuncu olarak yer aldığı filmler

1957: Namus Kurbanı, Korsan, 1958: Meyhanecinin Kızı/Mapushane Çeşmesi, Sevmek Günah Mı, Mahkumun Ahı, Esrarlı Kadın/Günah Bende, 1959: Sevdalı Gelin, Aşk Rüyası, Allah Büyüktür, Benzincinin Aşkı, 1960: Gecelerin Ötesi, Bir Yaz Yağmuru, Dolandırıcılar Şahı, Ben Masumum, Fedakar Onbaşı, Namus Uğruna, Ölüm Perdesi, Sığıntı, Aslan Yavrusu, Aşk Hırsızı, Cici Katibem, Gece Kuşu, Fedakar Arkadaş, İlk Aşk, Mahallenin Sevgilisi, Ölümlü Dünya, Yanık Ömer, Üsküdar İskelesi, 1961: Duvaksız Gelin, Otobüs Yolcuları, Doğmadan Ölenler, Yasak Aşk, Afacan, Aşk Ve Yumruk, Avare Mustafa, Ayrı Dünya, Güneş Doğmasın, İki Yetime, Hancı, Altın Hırsı,  Acar Kardeşler, Cambaz Kızın Aşkı, Kara Dut, Tatlı Günah, Bitmeyen Mücadele, İstanbul'da Aşk Başkadır, Kabadayılar Kralı, Kahraman Üçler, Mahalle Arkadaşları, Yedi Günlük Aşk, Ümitsiz Bekleyiş, Yavru Kuş, Vatan Fedaileri, 1962: Küçük Hanımın Şoförü, Kırmızı Karanfiller, Ayşecik Ateş Parçası, Sevimli Serseri, Bir Çiçek Üç Böcek, Acı Ve Tatlı, Aşk Bekliyor, Zorlu Damat, Çöpçatan, Ekmek Parası, Cafer Çocuk Hırsızı, Atı Alan Üsküdar'ı Geçti, Bir Aşk Günahı, Bir Haydut Sevdim, Bir Milyonluk Macera, Dilberler Yuvası, Gol Kralı Cafer, Gönül Ferman Dinlemez, Gümüş Gerdanlık, Meteliksiz Aşıklar, Neşemizi Bulalım, Şeyh Ahmed'in Torunu, Şaka Yapma, Şarkıcı Kız, Şoförün Karısı, 1963: Üç Çapkın Gelin, Çapkın Hırsız, Erkek Fatma Evleniyor, Bulunmaz Uşak, Bahriyeli Ahmet, Ali Derler Adıma, Aman Kimse Duymasın, Azrailin Habercisi, Bir Milyonluk Macera, Sabah Olmasın, Perişan, 1964: Tığ Gibi Delikanlı, Bücür, Ayvaz Kasap, Mapushane Çeşmesi
Yönetmenliğini yaptığı filmler
1959: Allah Büyüktür, 1960: Üsküdar İskelesi, 1961: Duvaksız Gelin, Yedi Günlük Aşk, 1964: Mapushane Çeşmesi
Yapımcılığını yaptığı filmler
1961: Yedi Günlük Aşk
Senaryosunu yazdığı filmler
1959: Allah Büyüktür, 1960: Fedakar Arkadaş, 1961: Duvaksız Gelin, Yedi Günlük Aşk

27 Kasım 2009 Cuma

Erkan Yücel - Yanıp tutuşanlardan nice aydınlık doğar


Erkan Yücel’e, Yılmaz Güney’e ve ışıklarıyla yolumu aydınlatanlara..

Yansın pervane yansın, kardeşlerim uyansın,/
Pervane ışık arar, arar tutkudan yanar/
Yanıp tutuşanlardan nice aydınlık doğar/
yansın pervane yansın, kardeşlerim uyansın/
Güçlükleri aşmalı, güneşe ulaşmalı/
Yansın şu yürek yansın, yakana kavuşmalı,/
Yansın pervane yansın, kardeşlerim uyansın.


Bazı insanlar tarih yazmaya, tarih yapmaya gelirler dünyaya. Yaşam biçimleriyle, yaptıkları işlerle, söyledikleri sözlerle, duruşlarıyla örnek olurlar. Dünyayı güzelleştirir, tarihin akışını değiştirirler. Erkan Yücel de, tıpkı Nazım Hikmet gibi, Aziz Nesin gibi, Yılmaz Güney gibi tarih yazan büyük sanatçılardandı. Fakat bu ülke ne yazık ki sanatçısını, aydınını sevmiyordu Erkan Yücel’in yaşadığı yıllarda. Sanatçısına düşünmeyi, düşündüğünü açıklamayı, mutlu olmayı, güzellikler içinde yaşamayı çok görüyor, dahası yasaklıyordu. Erkan Yücel de duruşundan dolayı dışlanmaktan, baskılardan, acılardan payına düşeni bolca aldı. Oyunları, filmleri yasaklandı. Hiçbir koşul altında teslim olmadı, yılgınlığa düşmedi.


Başka bir dünya mümkündü onun için; ideallerine, inandığı, düşlediği daha güzel bir dünya için mücadeleye adadı hayatını. Tiyatroya, sinemaya adadı, hep daha iyisini yapabilmek için çabaladı. Çoğu zaman iki oyun arasını cezaevlerinde, nezarethanelerde geçirdi. Onat Kutlar’ın yazdığı gibi, “umutla direndi olumsuzluklara. Işıyarak, çevresini ışıtarak. Bu anlamda, onun yaşam çizgisi, tutarlı bir grafik oluşturur. Işırken sürekli kendinden verdi ve bir gün yok oldu.” (1)
“Erkan Yücel, sanatı dünyayı değiştirmek, toplumu aydınlatmak, bu yolla iyiye ve güzele ulaşmak için yapan sanatçılardandı. İnançlarını hiç yitirmedi, yeteneklerini, sanat anlayışı ile birlikte bu inançlara katık yaptı. Sahnede güldü güldürdü. Boynunu ancak kendisini alkışlayan halkını selamlamak için eğen örnek sanatçılardandı.” (2)

Tam yirmi yıl geçti ölümünün üzerinden. Erkan Yücel’i tanıyanlar onun gülen yüzünü, ışıl ışıl parlayan gözlerini, yaşama sevincisini, coşkusunu, her koşul altında hayatın güçlüklerine mizahla direnme gücünü ve çevresine yaymaya çalıştığı umutlarını, inançlarını asla unutamadı. Bütün unutturma çabalarına, yok saymalara, yasaklamalara, sansürlere karşın ışığıyla her zaman yolumuzu aydınlatmayı sürdürdü.
Dev-Genç’lileri dev gibi gençler sandığım günleri ve çocuk dünyamla bile algılayabildiğim 12 Mart’ın o karanlık günlerini geride bıraktığımız yıllarda tanımıştım Erkan Yücel’i. Ne yazık ki yaşımın yetmemesinden Ankara Sanat Tiyatrosu’nun ve AST’daki Erkan Yücel’in o efsane günlerine tam olarak yetişememiştim. AST’tan ayrılmış Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’nu kurmuştu. İstanbul’a turneye geldiklerinde bütün oyunlarını izliyordum. Müthiş bir sahne cazibesi vardı. Sahnede devleşen, göründüğü anda müthiş bir etki yaratan, izleyenleri büyüleyen Erkan Yücel’i hiç unutamadım.

Ölümünün yirminci yılında, efsane oyuncunun bölük pörçük ve farklı kişilerde yaşayan anılarını, tanıklıkları, dostlarına, yol arkadaşlarına topluca sunmayı, derli toplu, kalıcı bir belge bırakmayı, genç kuşaklara da “Işıyarak Yok Olan Aktör, Erkan Yücel: Şimdi Geçti Buradan” başlığıyla tanıtmayı hedeflediğim ve iki yılı aşan bir sürede gerçekleştirebildiğim belgeselde yüz on yedi kişiyle görüştüm, anıları, tanıklıkları kaydettim. İlk gençliğimde hayranlıkla izlediğim, tiyatrosuna gidip kısa bir süre kursiyer olduğum, sinemada da tiyatroda da canlandırdığı tiplemeleri, karakterleri unutamadığım Erkan Yücel’le ilgili onlarca anı dinledim. “Müthişti...” diye başlıyordu neredeyse bütün cümleler. “Sahnede onu izlemeye doyamazdık. Kıskanırdık, çok kıskanırdık” diye sürüyordu. Çoğu zaman gülerek konuştuğumuz, kimi zaman ağlamaklı olduğumuz, göz yaşlarımızı tutumadığımız anılardan gerçekten olağanüstü bir Erkan Yücel fotoğrafı çıkıyordu karşımıza.
Hamurunda doğuştan oyunculuk mayası olan Erkan Yücel, dana çocuk yaşlarda yaşadığı ortamlarda oyunlarını sürdürürken bir yandan da dış dünyadaki gerçek tiyatroyu, sahneyi, orada sahnelenen oyunları, oyuncuları merak etmekte, onları tanımak istemektedir. Gazetecilerin tiyatrolara bedava girdiğini, oyunları bedava izlediklerini öğrenmiştir bir yerlerden. Bu naif çocukluk hali ve küçük yanlış anlama sonucu, gündüz satamadığı iade gazeteleri koltuğunun altına sıkıştırdığı gibi Küçük Sahne’nin yolunu tutar. Biletli izleyicilerle birlikte kuyruğa girer. İçeri girme sırası kendisine geldiğinde, kapıdaki görevlinin bilet sormasına şaşıran Erkan Yücel kendinden emin, "ben gazeteciyim ağabey" der görevliye, kolunun altındaki gazeteleri göstererek. Bu kez şaşırma sırası kapıdaki görevlilerdedir. Durumu anlamaları uzun sürmez. Bu küçük yanlış anlamaya gülen görevliler, tiyatro sevdalısı gencin hevesini kırmazlar ve balkonun arkasından oyunu izlemesine izin verirler.
Erkan Yücel, kendi çabası ve yeteneğiyle çok genç yaşta tiyatronun ustaları arasında yerini alır. Kısacık hayatına çok şey sığdırmıştır. Çağdaş Nasrettin Hoca Erkan Yücel, sınırlarla tanımlanamayacak bir dünya sanatçısıdır fakat dünya çapında tanınmasını sağlayacak işler yapması hep engellenmiştir. San Remo Film Festivali’nde ve Antalya Film Festivali’nde aldığı “En iyi erkek oyuncu” ödülü görmezden gelinir, haberlere konu olmaz. Yönetmenler filmlerinde oynatmak isterken yapımcılar politik görüşlerinden dolayı oynamasını istemezler. Erden Kıral “Ayna” filminde Erkan Yücel’i oynatmak ister fakat yurt dışında çekilen filme yasaklı olduğu ve pasaport alamadığı için gidemez. Ali Özgentürk “At” filminde Erkan Yücel’i oynatmak ister, o da çeşitli nedenlerle gerçekleşemez.

Kendisiyle ilgili büyük hayalleri vardır. Dünya çapında işler yapmaktan, sinemada ve tiyatroda büyük işlere imza atmaktan söz eder son günlerinde çevresindekilere. Kaza geçirdiği son filmine gitmeden önce hem eşi Şükran Yücel’e hem de Doğu Perinçek’e hayatının rolünü oynayacağını, filmdeki “Uçurtmacı Ali” rolünün, yıllardır beklediği rol olduğunu ve birgün mutlaka Oscar’ı alacağını söyler. Çok coşkuludur.
Yine film çekimine gitmeden önce yapılan son röportajında “Nedense oynadığım her filmin başına birşeyler geldiğinden izleme olanağı olmuyor. Endişe filmi yasaklandı, Yorgun Savaşçı adlı TV filmi yakıldı, bakalım çekimine başlanacak ‘Kanlı Düğün’ün başına neler gelecek” demişti. (3)
Lorca’nın “Kanlı Düğün”ünden uyarlanan “Sevda” adlı filmin çekimleri için gittiği Kuşadası’nda, geçirdikleri trafik kazasında hayatını kaybeder Erkan Yücel. Ölüm tarihi 9 Eylül olarak geçer kayıtlara. Kanlı Eylül bir başka yüüzünü daha göstermiştir bizlere o gün.
Aradan yirmi yıl geçti. Cumhuriyet tarihinin en fazla ve en hızlı insan kirlenmesinin yaşandığı bir yirmi yıl. Çok şey değişti... Erkan Yücel’lerin dünyasına özgü sevgi, dostluk ve paylaşım gibi erdemler yokedilmeye çalışıldı. Yeni kültürler ve yeni bir insan tipi oluşturuldu. Kıskanç, hırslı, bencil, faydacı ve konformist olan, sistemle barışık bu yeni insan tipi ‘Onurlu aydın ve sanatçı portresi için örnek olabilecek’ Erkan Yücel’i elbette unutuşa terk etmek isteyecektir.

Belgesel görüşmelerinde Ali Özgentürk şöyle demişti: “Erkan Yücel Türkiye’nin güzelliklerinden biri. Erkan’ı hatırlayan birisi Erkan’la ilgili bir dokümanter yazıyor ve bu gerçekleşiyor. Bu hoş bir şey. Hani diyorlar ya Türkiye hafızasızdır şudur budur aslında değildir. Biri çıkar, bir sürpriz yapar. Türkiye sürprizleri bol ülkelerden biri. Türkiye’nin sürprizlerinden biri de belki Erkan’dı. Erkan gibi bir aktörün çıkması... O günlerin Türkiye’sinde yapmak istediği tiyatro...”
İnsan, yaşadığımız bu günlerde nasıl da ihtiyaç duyuyor Erkan Yücel’e, Yılmaz Güney’e, Aziz Nesin’e, Uğur Mumcu’ya....
Erkan Yücel’in umutları yaşıyor ve ışığıyla bugün de yolumuzu aydınlatıyor. “Şimdi bizlere düşen, en azından bu ışıklı anıyı, unutuşa terketmemektir.” (4)


(1) Onat Kutlar. Işıyarak Yok Olan Aktör. Milliyet Sanat Dergisi, Ekim 1985
(2) Uğur Mumcu. Gözlem, 13 Eylül 1958, Cumhuriyet.
(3) Handan Şenköken. 10 Eylül 1985, Cumhuriyet
(4) Onat Kutlar. a.g.y.

YEŞİLÇAM'IN KÖTÜ ADAMLARI...

Birkaç kötü adam... Ahmet Tarık Tekçe, Turgut Özatay, Hüseyin Baradan ve Nuri Alço...
Filmlerdeki ‘kötü adamlar’ ortak düşmanımızdı, fakat ben gizliden gizliye onları çok severdim. Hep iyi, sevimli ve babacan Hulusi Kentmen, Vahi Öz, Suphi Kaner, Nubar Terziyan, Necdet Tosun, Osman Alyanak kadar, sevimli kötü adam Ahmet Tarık Tekçe’yi, çirkin fakat hüzünlü Danyal Topatan’ı, genç kızların içkilerine ilaç koyarak ‘kötülük’ yapan Önder Somer’i, Bilal İnci’yi, Kenan Pars’ı, Hüseyin Baradan’ı hep çok sevdim.

not: Facebook hesabı olanlar
başlığa tıklayarak filmi izleyebilir...

24 Kasım 2009 Salı

Kral Ayhan Işık, Küçük Hanımefendi Belgin Doruk

Henüz televizyonun evlere girmediği yıllardı... Belgin Doruk Küçük Hanımefendi, Ayhan Işık Taçsız Kral'dı. Yılmaz Güney Çirkin Kral, Cüneyt Arkın Malkoçoğlu, Kartal Tibet de Karaoğlan...

Not: Facebook hesabınız varsa,
başlığa tıklayarak filmi izleyebilirsiniz

23 Kasım 2009 Pazartesi

Sinemamızda İlk Kadın Yıldızlar

Cumhuriyet öncesi yapılan filmlerin jeneriklerine, oyuncu kadrolarına baktığımızda, Türk kadın oyunculara rastlayamayız, çünkü Müslüman Türk kadınlarının sahneye çıkması, filmlerde oynaması yasaktır. Bu nedenle 1923 öncesi filmlerde Ermeni, Rum, Beyaz Rus gibi gayrimüslim azınlıklardan kadın oyuncular yer alır.

1916 yılında çekilen “Himmet Ağa’nın İzdivacı” filminde oynayan Rozali Benliyan ve Lusi Avuşyak, Sedat Simavi’nin çektiği “Pençe”(1917) filminde oynayan Eliza Binemeciyan bu oyuncuların ilklerindendir. Onları Matmazel Blanche (Binnaz, 1919), Lydia Ley (Koruyan Ölü, 1917), Madam Kalitea, Bayzar Fasülyeciyan (Mürebbiye, 1919), Madam Sarmatova, Anna Mariyeviç, Helena Antinova (Boğaziçi Esrarı, 1922) gibi isimler izler. Yine 1922 yılında Muhsin Ertuğrul’un yönettiği “İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk” filminin başrolünde Anna Mariyeviç oynar. Aynı filmde oynayan diğer kadın oyuncular da gayrimüslim azınlık oyuncularıdır. Roza Felekyan, Liane Console, Aznif Mınakyan, Siranuş Aleksenyan’dır bu oyuncular.

Cumhuriyet’le birlikte Müslüman Türk kadınları da filmlerde oynamaya başlarlar. Türk kadın oyuncuların yer aldığı ilk Türk filmi Muhsin Ertuğrul’un yönettiği “Ateşten Gömlek” (1923) filmidir. Bu filmdeki kadın oyuncular Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir’dir. Sinema açısından Cumhuriyet’in kazandırdıkları arasında ilk sıralarda yer alan önemli bir durumdur bu. 1928 yılında çekilen “Ankara Postası” (Muhsin Ertuğrul) filminde Neyyire Neyir’in yanı sıra İsmet Sırrı da rol alır. Filmlerde rol alan üçüncü Türk kadını İsmet Sırrı’yı, Şaziye May, Emel Rıza, Halide Pişkin izler. 1933 yılında Muhsin Ertuğrul’un çektiği, Nazım Hikmet’in Mümtaz Osman takma adıyla senaryosunu yazdığı “Söz Bir Allah Bir” filmiyle Cahide Sonku gelir Türk sinemasına. Tiyatro sahnelerinin yıldız oyuncusu, “Aysel Bataklı Damın Kızı” (1934) ve “Şehvet Kurbanı” (1940) filmleriyle sinemada da yıldızlaşır. 1939 yılında Feriha Tevfik’in başrolünü oynadığı “Allanın Cenneti” (M. Ertuğrul) filmiyle Nezihe Becerikli, yine aynı yıl “Bir Kavuk Devrildi” filmiyle Muazzez Arçay gözükmeye başlar beyazperdede. Aynı yıllarda Sezer Sezin, Gülistan Güzey, Handan Adalı, Oya Sensev, Aliye Rona, Mesiha Yelda, Gönül Beyhan gibi isimler sinemayla tanışan ve sonraki yıllara da kalan önemli kadın oyunculardır.

Tiyatronun ve sinemamızın efsane ismi Cahide Sonku, öncesinde bir tiyatro yıldızıdır. Bir yıldız olarak geldiği sinemada ilk filminden itibaren daha da büyür, ününe ün katar. Sinemanın yarattığı bir yıldız olmamakla birlikte, sinemada da yıldız olarak sürdürür ününü.

Türk Sineması’nın ilk ve gerçek yıldızı Sezer Sezin’dir kuşkusuz. Kuşkusuz böyledir diyoruz çünkü tarihi doğru okumak ya da doğru yazmak gerekir. Bilgi eksikliğinden, var olan eksik ya da yanlış bilgilerin çoğaltılmasından, kişisel nedenlerle yok saymaya yönelik metinler üretmekten kaynaklanan yanılgılar zincirinin her yeni yayınlanan kitapta, metinde sürdüğünü görüyoruz. Henüz ve iyi ki Sezer Sezin hayatta, Lütfi Akad da, Memduh Ün de, o dönemi yaşamış birçok sinemacı da… Önemli çalışmalar, kitaplar, metinler üreten araştırmacı arkadaşlarımızın, akademisyenlerin, tarih yazıcıların, sinema üzerine fikir üretenlerin kendilerine ve “sahici” belgelere ulaşmaları zor değil.

Sinemamızın, “Damga” (Seyfi Havaeri, 1948) ve “Vurun Kahpeye” (Lütfi Akad, 1949) filmiyle başlayan süreçte ilk yıldızlarını yarattığı fakat henüz bunun bir sisteme dönüşmediği günlerin yıldızlarını yok saymak, öncesinde sadece Cahide Sonku’dan söz edip “yıldızlar geçidini” Ayhan Işık ve sonrasına bırakmak, dahası başrol oyuncularıyla yıldızları ayırt etmemek bir yanılgı ve bilgi eksikliği olarak tanımlanabilir.

Kendi kendini yaratan insanlardandır Sezer Sezin. Çok küçük yaşlarda, annesinden habersiz evden kaçarak “Hürriyet Apartmanı” (1944) ve “Yayla Kartalı” (1945) filmlerinde küçük rollerde oynar. Yapımcı Necip Erses’in isteğiyle, “Köroğlu” filminde oynar; biraz daha iyi bir rolde. Atilla Revüsü’nde sahneye çıkıyor, dans ediyordur. “Damga” (1948) filmindeki ilk önemli oyunuyla ünlenir. Filmin bir hafta salonlarda kalmasını umarlarken, dört hafta gösterilir, kapılarda uzun kuyruklar oluşur. Arkasından “Vurun Kahpeye” (1949) filmi ile yıldızlaşır.

Üstelik sadece oyuncu olarak da yer almaz sinemada. Oynadığı filmlerin öykü-senaryo seçiminden, yönetmen seçimine, oyuncuların belirlenmesine kadar bütün aşamalarında yer alır.

“(…) Erman Kardeşler’de müdür olarak çalışmaya başlamıştım. Erman Kardeşler’in ilk filminde Sezer Sezin oynamıştı. Onun getirdiği bir teklifle Hürrem Bey, ‘Vurun Kahpeye’ üstünde düşünmeye başladı. (…) Satın aldık telif hakkını. Sonra da oturduk, Hürrem Bey, Sezer Sezin, Temel Karamahmut, İbrahim Serpil, Selahattin Küçük ve ben tartıştık. Sanıyorum bir iki günlük bir ön çalışma yaptık. (…) Bir gün sordum Hürrem Bey’e ‘bunu kim yürütecek?’ diye. ‘Sen yapacaksın’ dedi. (…) ‘Bu ağır bir iş. Ben şimdiye kadar böyle bir şey yapmadım’ dedim. ‘Yaparsın, yaparsın!’ dedi. O zaman tereddüt ettim. Sanıyorum Hürrem Bey’in bu teklifinde Sezer Hanım’ın bir etkisi olmuştur. Tabii karar veren Hürrem Bey’di ama Sezer Hanım’ın teşviki olmuştur, sanıyorum. Sezinlediğim kadarıyla böyle oldu.” (1)

Lütfi Akad, “Işıkla Karanlık Arasında” adıyla yayınlanan anılarında o günleri tekrar şu cümlelerle aktarır: “Bir gün Hürrem Erman bir kitap uzattı ‘Bunu oku bakalım’ dedi. Halide Edip Adıvar’ın ‘Vurun Kahpeye’ adlı kitabıydı, Sezer Sezin getirmiş. (…) Bir gün sırf merakımı gidermek için sordum: ‘Yönetmeni kim olacak bunun?’ Hürrem Erman gülerek ‘Sen’ dedi. Gülüyordu ama şaka eder bir hali yoktu. Ciddi olduğundan kuşkulanarak ‘Ben böyle bir şey yapamam’ dedim. Sakin bir şekilde ‘Yaparsın, biz düşündük yaparsın’ dedi. Biz dediği Sezer Sezin’di. ‘Vurun Kahpeye’ kitabını o seçtiği gibi’ Aliye öğretmen’ rolünü kendisinin oynayacağı doğaldı. Bu nedenle kafa dengi, rahat konuşacağı, ortak çalışma yapabileceği bir yönetmen arıyordu. Benim bu işin altından kalkabileceğime kendince inanmış olacaktı.” (2)

Filme çekilecek öyküyü Sezer Sezin belirlemiştir, sonrasında senaryo çalışmalarına katılmış, filmi kimin yöneteceğini belirlemiş ve başrolünü oynamıştır.

“Erman Kardeşler” film şirketinin kurulmasında, “Damga” filminde yaşanan süreçte, sonrasında kimi oyuncuların, yönetmenlerin sinemaya kazanılmasında Sezer Sezin’in önemli katkıları vardır. “Sezer Sezin’in bulduğu bir hikâye ile Hürrem Erman kararını verdi ve ‘Damga’ adını koyacakları filmi Adapazarı’nda çekmeye koyuldular. (…) Baş erkek oyuncunun, elektrik idaresinde çalışırken Sezer Sezin’in zoruyla filmde oynamaya razı olduğu söyleniyordu. Adı Memduh’tu. İleriki yıllarda sinemamızın sözü edilen yönetmenlerinden biri olacaktı.” (3) Sözü edilen başrol oyuncusu Memduh, filmde Turhan Ün adıyla oynayan sonraki yılların usta yönetmeni Memduh Ün’dür.

“Sezer Sezin ‘Damga’ filmindeki başarısına ‘Vurun Kahpeye’ filmindeki başarısını da katarak Türk sinemasının ilk gerçek yıldızı oluyor.” (4) Örnekler çoğaltılabilir, belge ve kaynak çok, tanıklar hayatta.

“Arkadaşlarım oldu, Şakir Sırmalı, Hürrem Erman arkadaşımdı. Adapazarı’nda sinemaları vardı Hürrem’in ailesinin, buradan film alıp gönderiyordu. O sıralar Şakir Sırmalı bir film yapıyordu. Önceleri Muhsin (Ertuğrul) Bey çekiyordu, Sonraları Baha Gelenbevi, Faruk Kenç filmler yaptı. Amatör bir sevgi içindeydiler. Hiçbir zaman Türk sineması bir sanayi olamadı. Arap filmleri zaten almış başını gidiyor. Taksim Sineması tamamen Arap filmi, ecnebi filmler. Türk filmleri zaten çok az, o da sinema buluyorsa buluyor, en fazla bir hafta oynuyordu. Şakir’le de iyi arkadaşız, o film yapmaya başlayınca ben de Hürrem Erman’a baskı yaptım, ‘İlla film yapalım’ diye. ‘Ben anlamam, nasıl yapacağız’ dedi. ‘Yaparız, niye yapamayalım; bak Şakir de yapıyor, yapıyorlar. Sonra bana ‘Param yok benim’ dedi. Ben de ‘Borç buluruz’ dedim. O, ailesinden borç buldu, ortak kurduk şirketi. Hürrem’i ben zorladım film yapmaya, hiç niyeti yoktu. İsim ne koyalım diye düşünürken ‘Erman Kardeşler’ olsun dedim.

Eseri seçiyorum, senaryo aşamasında da oturup beraber çalışıyorum, yönetmeni seçiyorum, oyuncu seçimine kadar benim inisiyatifimdeydi. Fikret Arıt’ın ‘Güzel Yuana’sını okumuştum. Bunu film yapalım dedim. Okudu, çok beğendi ve hemen bunu senaryo şekline getir dedi. Seyfi Havaeri o zaman filmler yapıyordu, yönetmen olarak onu seçtim, filme (Damga) başladık. O ara Şakir Sırmalı’yla çalışan, hesap işlerine bakan Lütfi Akad, Hürrem’le tanışıyor, sonra benle tanıştırıyor Hürrem. Arkadaş oluyoruz. Biz bu işlere girince Lütfi Akad da bizim muhasebemize, mali işlerimize bakmaya başlıyor. Sonuçta biz ‘Damga’ filmini yaptık. Bir hafta oynasın diye biz böyle can havliyle bakarken dört hafta oynadı. İlk beni meşhur eden ‘Damga’dır. ‘Damga’ damgalamıştır Türk sinemasını. Arkadan ‘Vurun Kahpeye’ gelince işte Türk sinemasının ilk starı oldum.

Damga filmi Türk sinemasını canlandırmıştır, sanayi olabilmesi yolunda ilk adımı atmıştır. ‘Damga’ büyük bir iş yapınca, arkasından ‘Vurun Kahpeye’ de büyük iş yaptı, Taksim meydanında kadar uzun kuyruklar oluştu ve sonra ne oldu, biraz para bulan, evini barkını satan geldi filmciliğe girdi. Ben de biraz sebep oluyorum sanırım, payım vardır.” (5)

(*) “Sinemamızda kadın oyuncular… İlk kadın yıldızlarımız…” başlıklı yazı Mesut Kara’nın “Türk Sineması’da 100 Kadın” adlı yayınlanmamış kitabından kısaltmalarla alınmıştır.

(1) Alim Şerif Onaran. lütfi Ö. Akad. Afa Yayınları, 1990

(2–3–4) Lütfi Akad. Işıkla Karanlık Arasında. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2004

(5) Mesut Kara. “Türk Sineması’da 100 Kadın” adlı yayınlanmamış kitabından kısaltmalarla alınmıştır. (Not: Sezer Sezin’le Temmuz 1996’da başlayan ve günümüze kadar süren görüşmelerimizden… Bu görüşmelerden edindiğim bilgilerin küçük bir kısmı “Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler” adlı kitabımda, bir kısmı yaptığım bir televizyon programında yer aldı.)

sinemamızın ilk kadın yıldızı Sezer Sezin

sinemamızın ilk kadın yıldızı Sezer Sezin

sinema tarihinden önemli bilgiler...
lütfi ö. akad, memduh ün, atıf yılmaz...

Hazırlayan: mesut kara
(kaynak belirterek alıntı yapılabilir.)

Not: Facebook hesabı olanlar başlığa tıklayarak videoyu izleyebilir.

19 Kasım 2009 Perşembe

ışıyarak yok olan aktör erkan yücel: şimdi geçti buradan/Jenerik

ışıyarak yok olan aktör erkan yücel: şimdi geçti buradan/Jenerik


not: facebook hesabınız varsa,
başlığa tıklayarak filmi izleyebilirsiniz

ışıyarak yok olan aktör erkan yücel: şimdi geçti buradan

erkan yücel belgeselinden...


not: facebook hesabınız varsa,
başlığa tıklayarak filmi izleyebilirsiniz

erkan yücel belgeselinden/komiklikleri ve nasreddin hoca fıkrası

"erkan yücel: şimdi geçti buradan" belgeselinden... erkan yücel'in komiklikleri ve erkan yücel’den nasreddin hoca fıkrası inanılmaz güzellikte ve komik...

fıkra anlatmayı beceremeyen bir adamın fıkra anlatma çabası… taklidi…

not: facebook hesabınız varsa başlığa tıklayarak filmi izleyebilirsiniz

17 Kasım 2009 Salı

Atıf Yılmaz'dan küçük bir anı.

kötü bir çekim fakat değerli bir anı/belge

Not: Facebook hesabı olanlar başlığa tıklayarak videoyu izleyebilir.

15 Kasım 2009 Pazar

Sinemanın Çınarları-3: Halit Refiğ

Sinema Halit Refiğ için bilinçli bir seçimdir. Askerlik dönüşü Ankara’da yayınlanan Akis dergisinde, sinema yazarlığına başlar. Yıl 1956’dır ve yazıları ilgi çeker. Ardından Nijat Özön’le birlikte Sinema dergisini yayınlarlar. Daha sonra Yeni Sabah gazetesinde çalışmak üzere İstanbul’a gelir. Sinema çevresinin önde gelen isimleriyle yakınlık kurar.
Sinema üzerine kuramsal çalışmalar yapar, fikirler üretir. O dönemin önemli sinema yönetmenleri ve sinema yazarları Halit Refiğ’in evinde toplanırlar. Amaçları Türk sinemasını tanımak ve sorunlarını konuşmaktır. Halit Refiğ’in o günlerdeki modeli batı sinemasıdır ve toplumcu sinemayı savunur.
Sinemayı yaşam biçimi ve meslek olarak seçmiştir Halit Refiğ. Senaryo yazarlığı ve yönetmen yardımcılığının ardından 1960 yılında ilk filmi Yasak Aşk’ı çeker. Film basında büyük ilgi görür.
Halit Refiğ zamanla kendi seyircisiyle iletişim kurmanın yollarını aramaya başlar. Bu arayışta Türk sinemasının kendi dilini oluşturduğunu gözlemler. Sinema anlayışı temelde değişmese de savunduğu kavramlar değişmiştir. Bu da batıcılıktan kopmayı getirir. Kendinden önce yapılanları yok saymadan ve kendi değerlerimizden, gerçeklerimizden yola çıkarak ulusal bir sinema dili oluşturmak gerektiğini düşünür. Görüşlerini yansıtan yazılarını Ulusal Sinema Kavgası adını verdiği kitabında toplar.
Sinema tarihçisi Giovanni Scognamillo, Halit Refiğ sinemasını üç ana döneme ayırır. Yasak Aşk, Seviştiğimiz Günler ve Gençlik Hülyaları ilk dönem ürünleridir. İkinci dönem 1963 yılında çektiği Şehirdeki Yabancı filmiyle başlar. Film, Moskova Film Şenliğine katılır. Ardından Şafak Bekçileri’ni çeker.

1964 yılında çektiği Gurbet Kuşları ile önemli bir çıkış yakalar Halit Refiğ. Gurbet Kuşları, Türk sinemasında iç göç sorununu ve göçün yarattığı parçalanmayı, çöküşü anlatan ilk filmdir. 1. Antalya Film Festivalinde Halit Refiğ en iyi yönetmen, Gurbet Kuşları da en iyi film seçilir.
Bir yıl sonra çektiği Haremde Dört Kadın filmi ise Halit Refiğ sinemasının ilk başyapıtı sayılır. Sorrento yarışmasına katılan filmin senaryosunu Kemal Tahir’le birlikte yazmışlardır. İstanbul’un Kızları, Güneşe Giden Yol, Kırık Hayatlar, Karakolda Ayna Var, Canım Sana Feda bu dönemin önemli filmleridir.
1974 – 1975 yıllarında TRT için hazırladığı Aşk-ı Memnu ile önemli bir başarı kazanır Halit Refiğ. Aşk-ı Memnu aynı zamanda yerli televizyon dizilerinin öncüsü olmuştur.
Meslek hayatını sürdürebilmek için ısmarlama ve ticari filmler de çeker Halit Refiğ.
Fakat toplumsal sorunlar ve mücadelesini verdiği ulusal sinema tezi, her dönem Halit Refiğ sinemasında etkili olmuştur.
Bir Türke Gönül Verdim filmiyle başlayan üçüncü döneminde de Adsız Cengaver, Sevmek ve Ölmek Zamanı, Fatma Bacı, Çöl Kartalı, Kızın Varsa Derdin Var, Yaşam Kavgası, Yedi Evlat İki Damat, Teyzem, Hanım ve Karılar Koğuşu gibi önemli filmlere imza atmıştır Halit Refiğ.
Fatma Bacı, Halit Refiğ’in savunduğu ulusal sinema tezini ve dünya görüşünü yansıtması açısından, Karılar Koğuşu filmi de hayata aynı pencereden baktıkları Kemal Tahir’in yaşam öyküsünden kesitler aktardığı için filmografisinde özel bir yer tutar.
Kemal Tahir’in romanından uyarladığı Yorgun Savaşçı birçok sorun yaşandıktan sonra gösterilir TRT’de. 80’li, 90’lı yıllarda ticari başarılar elde eden filmler ve televizyon dizileri yönetir.

Sinemanın Çınarları-3: Halit Refiğ

Sinemanın Çınarları-3: Halit Refiğ

Not: Facebook hesabı olanlar başlığa tıklayarak videoyu izleyebilir.

Sinemanın Çınarları-2: Memduh Ün

Sinemanın Çınarları-1: Ö. Lütfi Akad

not: facebook hesabınız varsa başlığa tıklayarak filmi izleyebilirsiniz

Sinemanın Çınarları-1: Ö. Lütfi Akad


Galatasaray Lisesi’ni ve İstanbul Yüksek Ticaret Okulu’nun bitiren Lütfi Akad, askerlik dönüşü, bir süre Osmanlı Bankası’nda çalışır. Bir yıl çalıştıktan sonra istifa eder ve sinema yaşamı başlar. Şakir Sırmalı’nın yönettiği Domaniç Yolcusu adlı filmde yapım yönetmenliği yapar. O günlerde Hürrem Erman’la da tanışmıştır. Daha sonra Lale Film şirketinin muhasebe işleriyle ilgilenir. Yönetmenliğini Seyfi Haveri’nin yaptığı, Damga filminin yarım kalan sahnelerini çeker. Hürrem Erman’ın teklifiyle Erman Film’de muhasebe müdürü olur.

1948 yılında ilk filmi, Vurun Kahpeye’yi yönetir Lütfi Akad. Bu film dönemin hasılat rekorlarını kırar. Ardından Lüküs Hayat, Arzu ile Kamber ve Tahir ile Zühre’yi çeker Erman Film’de.

Kemal Film’e geçer ve Osman Seden’le çalışmaya başlar. 1952 yılında gerçek bir olaydan esinlenerek yapılan ve Ayhan Işık’ı da üne kavuşturan film, Kanun Namına Akad’ın baş yapıtlarından biri olur. 1955 yılında Yaşar Kemal’in senaryosunu yazdığı, Beyaz Mendil’le ikinci büyük çıkışını yapar. Attila İlhan’ın senaryosunu yazdığı, Yalnızlar Rıhtımı o dönem büyük tartışmalara yol açar. Arka arkaya filmler çekmeye başlamıştır o yıllarda. İpsala Cinayeti, Öldüren Şehir, Meçhul Kadın, Zümrüt, Üç Tekerlekli Bisiklet, Vesikalı Yarim, Ana, Kızılırmak Karakoyun, Hudutların Kanunu, Anneler ve Kızları, Vahşi Çiçek, Bir Teselli Ver bunlardan bazılarıdır.

1967 yılında Yılmaz Güney’le birlikte çalışarak gerçekleştirdiği Hudutların Kanunu Akad sinemasının dönüm noktası olur. Lütfi Akad, Alim Şerif Onaran’la yaptıkları söyleşide o dönemi şöyle anlatır: “Benim ikinci dönemim Hudutların Kanunu ile başlıyor. O tarihe kadar olan dönem film yapma dönemiydi. Şimdi sinema yapma dönemine geliniyor. Buraya kadar dil meselesi olarak ne varsa hepsini denedim. Her film, bir sonraki film için müsvedde olmak üzere yapılmış çalışmalardı.”

Bu filmden sonra Türk sinema tarihinin en önemli üçlemesi olan, Gelin, Düğün ve Diyet ile; Türkiye’de iç göç sorununu ele alan filmler yapar.

1964 - 1974 yılları arasında belgeseller ve televizyon filmleri çeker. 1974 yılından beri film çekmeyen ve neredeyse çektiği her filmle ödüller alan Lütfi Akad, uzun yıllar Mimar Sinan Üniversitesi Sinema- Televizyon Bölümü’nde öğretim üyeliği de yapar.

10 Kasım 2009 Salı

Aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni ÜLKÜ ERAKALIN

not: facebook hesabınız varsa,
başlığa tıklayarak filmi izleyebilirsiniz

aşk filmlerinin unutulmaz senaristi BÜLENT ORAN

not: facebook hesabınız varsa başlığa tıklayarak filmi izleyebilirsiniz

9 Kasım 2009 Pazartesi

Bir Pütün olarak Yılmaz Güney

not: facebook hesabınız varsa başlığa tıklayarak filmi izleyebilirsiniz

Bir Pütün olarak Yılmaz Güney


Çocuktum. Dev-Genç’lileri dev gibi gençler sandığım yıllardı. O yıllarda tanıştım Yılmaz Güney filmleriyle. Yanılmıyorsam ilk izlediğim filmleri Seyyit Han ve Aç Kurtlar’dı. Amcam ve iki arkadaşı, izledikleri bir Yılmaz Güney filminden etkilenerek yaptırdıkları upuzun paltolar ve eteklerinden sarkan atkılarla, mahallede film karesinden çıkmış gibi dolaşırlardı. Yılmaz Güney çocukluğumun ve ilk gençliğimin efsane adıydı. Ortaokul yıllarımda her okul çıkışı uğradığım kitabevinde onun kitaplarını okur, rutubet kokulu sinemalarda filmlerini izlerdim. Onun günleriyse hapishanelerde geçiyordu. Riskleri, hapishaneleri hatta ölümü göze alan bir duruşu vardı ve bu duruş onu Yılmaz Güney yapmıştı.
Bu ülke aydınına, sanatçısına düşünmeyi, düşündüğünü açıklamayı, mutlu olmayı, güzellikler içinde yaşamayı çok görüyor dahası yasaklıyor. Yılmaz Güney de "daha yapacak çok şeyi, filmleri" varken, hayatının en verimli günlerini hapishanelerde geçirdi. Hapisteyken yeni filmlerinin düşünü kurdu, projelerini geliştirdi.
Senaryosunu da kendi yazdığı Yarın Son Gündür filminde, "biz ustranın her zaman keskin tarafında yürüyoruz. Önümüzde mezarlıklar ve hapishaneler var" diyordu. Gerçek yaşamında da hep hapisaneler oldu. Son filmi Duvar’ı olanaksızlıklar ve hastalıklar içinde, yurdundan uzakta yapabildi. "Benimle ancak mutsuz olunur, korku içinde yaşanır. (...) Mutlu da olmayacağız, güzel günlerimiz de olmayacak" diye yazmıştı Selimiye Mektupları’ndan birinde.
Aç Kurtlar filmini adı da “Kömürlük Sineması”olan kömür deposundan bozma izbe sinemada izlemiştim. Büyük kentlerin iyi salonlarında yer verilmeyen Yılmaz Güney filmleri Anadolu’da, taşrada büyük işler yapıyor, Yılmaz Güney de dişiyli tırnağıyla, büyük öncülere özgü duruşuyla, bilinciyle, sezgileriyle Yeşilçam’ın “Taçsız Kral’ı olma yolunda gönülleri fethediyor, Yeşilçam’ın kaderini değiştirecek yeni bir sinemanın temellerini atıyordu.
Eşkıya sürek avı olan Aç Kurtlar, dizboyu bembeyaz karla kaplı sert bir Siirt coğrafyasında geçen bir yerli western fantezisiydi. Eşkıya avcısı olan kanun kaçağı Serçe Memed’in (Yılmaz Güney) öğretmenlik yaptığı yıllarda köyü eşkıya basar, yeni evli olduğu eşini kaçırır. Kadın dokuz ay dağlarda kaldıktan sonra intihar eder; ölüsü köye getirilir. O günden sonra Serçe Memed’in adı eşkıya celladına çıkar. Yine kaçırılıp tecavüz edilen bir öğretmenin eşini kurtaracaktır Serçe Memed.

Eşkıya yeni avlar için dağdan iner, aç kurtlar gibi saldırgandır, acımasızdır; köy basıp insanları öldürür, mallarını yağmalar, haraç toplar. En acımasız eşkıyalardan Musto, Reşo Ağa’nın köyünü basar, ağayı, köylüleri öldürür. Ölüm haberiyle köye dönen Reşo Ağa’nın oğlu ihtiyar heyetinin itirazlarına rağmen “bundan böyle tüm eşkıyanın düşmanıyım diyerek eşkıyaların başına para ödülü koyar. Böylece sürek avı başlar. Artık kim avdır, kim avcıdır, kim ava giderken avlanır belli değildir.
Siirt dağlarının eşkıyaları aç kurtların başına konan ödüller tüm köylere duyurulur, kahvehanelere ilanlar asılır.
Mustafa Erenler için 10.000 lira, Beko Avni için 7.000 lira, Kara Aziz için 7.000 lira, Köse Mahmut için 4.000 lira, Serçe Mehmet için 3.000 lira…

Küçük eşkıya çetelerinden Musa (İhsan Gedik) yol kesmeyi, haraç toplamayı sürdürürken “esrarengiz bir yabancı tarafından öldürülür. Yolu kesilen arabadaki Musa ve çetesini öldüren esrarengiz yabancının yüzü göründüğünde Kömürlük Sineması’nda kopan alkış anlatılır gibi değildir. Salondaki bütün izleyici ayağa kalkmış elinde silahıyla kurtulan yolcuların şaşkın bakışları karşısında gözlerini oğuşturan esrarengiz yabancıyı, kahramanlarını dakikalarca alkışlamıştı.
Hafızam beni yanıltmıyorsa sinema salonunda, film karesinde gördüğüm ilk Yılmaz Güney görüntüsüydu bu. Boynunu bükerek sıcacık bakan güzel bakışlı bu yüz o gün belleğime kazınmıştı. İşte bu Yılmaz Güneydi...
Yine yanıylıyorsam Seyyit Han filmini de o günlerde izlemiştim. Güney Filmcilik’in yayınladığı Seyyit Han filminin cd kapağında şunlar yazılı: “Türk sinemasının egemen çevrelere karşı, halkın yararına filmler yapması Seyyit Han ile başlar. Seyyit Han, toplum için sanat görevini gerçekleştirmede atılan ilk adımdır. Bu film ile birlikte içerik ve teknik yönden –Yeşilçam- kurallarının dışına taşılmış, toplum için sanat yapmanın yolu açılmıştır. Bu olgunun doğal sonucu olarak Seyyit Han filmi gerek sansürde gerekse katıldığı film şenliklerinde çok yönlü mücadele vermek zorunda kalmıştır. 1968 5. Antalya Film Şenliğinde Yılmaz Güney’e kazandırılmaması için değişik bir yola başvurulmuştur.”
Yeniden “halkın portakalı” olacağını söyleyen ve bu yıl tema olarak 60’ları işleyen festival umarım başlangıcından günümüze geçmişiyle yüzleşme açısından da genel bir değerlendirmeye hizmet eder.
Seyyit’in sevdalısının adı Keje’dir. Yıllar sonra Yavuz Turgul’un bir vefa örneğiyle ve benzer bir kaderle Eşkıya filminde gönderme yaptığı Keje.

Öldü sanılan Seyyit Han döndüğünde Keje’nin Haydar Bey’le düğünü vardır. Seyit ile (Yılmaz Güney) Hidayet emmi (Danyal Topatan) arasında şu diyalog yaşanır:
“Çok beklediler seni oğul, çok beklediler. Lakin ne zaman ki dediler ‘Seyyit Han’ı vurmuşlar, Seyyit Han ölmüş’ o zaman Keje kendini kuyuya attı, zor kurtardılar. Üç koca yıl deli koyunlar gibi dolandı Keje. Yüreğine kara taşları bastı.Sonra Rahmetli babasının ısrarlarına dayanamadı Mürşit, kızı Haydar Bey’e verdiler. Senin yapacağın bir iş var oğul. Tek yol geldiğin gibi sessiz sedasız... (Hidayet emmi cümlesini tamamlayamadan Seyyit konuşmaya başlar: “Ben sevdiğini bırakıp gidecek adammıyım Hidayet emmi? Ben kadere razı olacak adam mıyım?”
“Değilsin Seyyid’im, değilsin oğul. Lakin pişmiş aşa su katmak olmaz. Mürşit’in ağzından laf çıkmış bir kere (Hidayet emmi yine sözünü tamamlayamaz)
“Yüz defa çıksın, bin defa çıksın.Mürşit önce bana söz verdi. ‘Bacım Keje’yi sana veririm, yalnız başındaki belaları defet’ dedi. Geride gözü yaşlı dul bir gelin bırakmamak için yedi yıl kurşun salladım emmi. Yedi yıl bu bağrıma taşlar bastım Keje için. Hapishanelerde yatmaktan yanlarım çürüdü. Şimdi hürüm. Bütün düşmanlarımın başında bir mezar taşı dikili. Olmazsa Keje’yi kaçırırım emmi.”
“Olmaz bir iştir oğul.”
“Keje isterse olmaz bir iş yoktur emmi.”
Bu kez de filmi izlediğimiz yazlık Çınar sinemasında birçok izleyici alkışlıyordu bu diyaloğun yaşandığı sahnelerde Seyyit Han suretindeki Yılmaz Güney’i; filmin kahramanını, kahramanlarını...
Yılmaz Güney o günlerden sonra benim de hem sinemadaki hem de hayatımdaki kahramanlarımdan biri olmuştu.

Sonraki yıllarda Yılmaz Güney’i tanıyan bir çok oyuncuyla ve yönetmenle tanıştım. Hepsi ondan övgüyle sözediyordu. Siyasi olarak farklı düşünenler bile, "sinemacı olarak yeri doldurulamayacak bir sanatçı" diye anlatıyorlardı anılarını. Setlerde inanılması güç sahneleri çeken, ilişkilerinde alçakgönüllü, duyarlı, fedakar ve paylaşmacı bir Yılmaz Güney çıkıyordu anılardan.
Yılmaz Güney’in Yılmaz Pütün olarak öyküsü 1930’ların hemen başında, Adana’nın Yenice köyünde başlar. İlk, orta ve liseyi Adana’da okurken pamuk işçiliğinden simitçiliğe kadar bir çok işte çalışır. O yıllarda iyi bir sinema izleyicisi olan Yılmaz Pütün, lisedeyken And Film ve Kemal Film’de çalışmaya başlar. Bir yandan da öyküler yazıyordur. İktisat Fakültesi’nde okumak için İstanbul’a geldiğinde Yeşilçam’la da tanışır. Atıf Yılmaz’ın bir çok filminde oyuncu, senaryo yazarı ve yönetmen yardımcılığını sürdürürken, yazdığı bir yazıdan dolayı ilk kez hapishaneyle tanışır. 1963 yılında tekrar sinemaya döndüğünde bol starlı, "güzel" adamların, salon filmlerinin, melodramların dünyasında, "sıradan filmlerin" iyi oyuncusu olarak seyirciyi fethederek, "çirkin kral"lığa doğru yol alıyordur.
Artık o, toplum dışına itilmiş, horlanmış insanların kendini bulduğu bir kahramandır. Türk sinemasında bir dönüm noktası olan Umut filmine kadar, onlarca vurdulu-kırdılı filmin yanı sıra Kızılırmak/Karakoyun, Hudutların Kanunu ve Seyit Han gibi iyi filmlerde de oynamıştır. Gönlünü fethettiği seyirci artık onu istiyordur. Güzel adamların dünyasını tuzla bu etmiştir. Artık Yeşilçam Yılmaz Güney sinemasıyla şekillenmeye başlamıştır. Nijat Özön, "Türk sinemasında Akad’ın çizgisini sürdüren, geliştiren, onun tek meşru ‘varisi’ sayılabilecek olan, aynı zamanda Sinemacılar Dönemi ile Genç/Yeni Sinema Dönemi arasında hem bir halka işlevi gören, hem de bu son dönemi başlatan" sanatçı olarak sözeder Yılmaz Güney’den. (Sinema, Uygulayımı-Sanatı- Tarihi, Hil Yayınları)
Murat Belge bir yazısında Yılmaz Güney’i şöyle tanımlıyordu: "Parlak bir sinemacı ve sanatçı, hiç bir zaman amatörlüğün ötesine geçememiş bir ‘siyasetçi’; her şeyini kitlelerle paylaşmaya can atan bir ‘biz’ ve çıkardığı siyasi dergiye Güney adını verecek kadar bireyci bir ‘ben’; dünyanın sosyalizm-öncesi popülist başkaldırmacı kahramanına, örneğin bir Robin Hood’a denk düşen bir mizaç ve tarihi maddeciliğin teorik inceliklerini kavramaya hayati önem veren bir akıl; silah, eylem ve mertlik dünyasının korkusuz bir savaşçısı ve insanları barışa, sükunete, okumaya, sevgiye çağıran bir derviş. Bütün bunların sonucunda mutlak bir yalnız adam." (Yeni Gündem, sayı 41, Aralık 1986)
Bu tanımlamanın bugüne dek yapılmış en doğru, O’na en yakışan Yılmaz Güney değerlendirmesi olduğunu düşünüyorum.

Yılmaz Güney bir sinema dehası, bir misyon insanı tanıyanlar için iyi bir dost ve iyi bir komünistti. Benim de hem sinemadaki hem de hayattaki sahici kahramanımdı.
Evet bu ülke sanatçısına düşünmeyi, düşündüğünü yaşamayı çok görüyor, dahası yasaklıyor. Türk sinemasını dünyaya tanıtan, kendi kuşağını olduğu kadar, kendinden sonraki kuşakları da etkileyen Yılmaz Güney, "daha yapacak çok şeyi, filmleri" varken, 9 Eylül 1984’de ülkesinden uzakta, Paris’te aramızdan ayrıldı.

İzleyiciler