Yeşilçam Hatırası

“Bir dönemin, özellikle 50’li, 60’lı yılların sinemasına damgasını vurmuş unutulmaz filmlerin, unutulmaz oyuncularının büyülü dünyasına gireceksiniz birazdan. Gong sesini duyduğunuzda, ışıklar sönecek, bütün zamanların en dev kadrolu siyah-beyaz belgeselini izlemeye başlayacaksınız. Yeşilçam Hatırası: Unutulmayan Yüzler, unutulmaz filmler...

21 Aralık 2009 Pazartesi

Sararmış, silinmiş film karelerinde, sepya fotoğraflarda unutulmaz yüzler, unutulmaz isimler...


Sararmış, silinmiş film karelerinde, sepya fotoğraflarda unutulmaz yüzler, unutulmaz isimler... Cahide Sonku, Yıldırım Önal, Ahmet Tarık Tekçe, Cahit Irgat, Salih Tozan, Hulusi Kentmen, Münir Özkul, Adile Naşit, Ferda Ferdağ, Özcan Özgür... Beyoğlu biraz da Yeşilçam demektir. Sınıf atlama düşleriyle, artist olma umuduyla evlerinden, ailelerinden uzaklaşanlar soluğu Beyoğlu'nda alırdı bir zamanlar. (Sahi şimdilerde de böyle şeyler oluyor mu?) Yeşilçam'ın büyülü dünyası onları da etkilemiştir çünkü. Fakat gerçek hayatla filmlerde gördüklerinin aynı hayatlar olmadığını anlamaları uzun sürmez. Yeşilçam'ın melodramlarında gördüklerini yaşamak isteyenler için asıl dram işte o zaman başlar. Çoğu umduğunu bulamaz, düş kırıklıkları ve büyük acılar yaşar. Kimi o fırsatı yakalamış, isimleri, yüzleri ve hayatları unutulmazlar arasına girmiştir, fakat mutsuz yaşamış, mutsuz ayrılmışlardır aramızdan. ‘Kardeşim benim’ duyarlılığını, kişiliksiz ucubeler olmaktansa yalnızlaşmayı, yoksullaşmayı, acıları göze alma cesaretini, onurlu bir hayat sürebilme seçimini birçoğumuz bu insanlardan öğrenmişizdir
Sararmış, silinmiş film karelerinde, sepya fotoğraflarda unutulmaz yüzler, unutulmaz isimler... Yılmaz Güney, Yavuzer Çetinkaya, Yaman Okay, Yadigar Ejder, Suphi Kaner, Cevat Kurtuluş, Aliye Rona, Nubar Terziyan, Danyal Topatan, Bilal İnci, Kenan Pars...
Cinayet insanı olmaktansa cinnet insanı olmayı seçmiş insanlar... Kaçımız çöplükleri karıştıran ya da soğuk bir kış günü bir köşede yarı çıplak uyuyakalmış (belki de ölmüş) berduşların hayatını merak etmiş, araştırmıştır. Neler yaşamış, neden böyle bir karşı duruşu (evet, bir çoğu için -bilinçleri oranında- bu bir tavır, bir karşı duruştur) seçmişlerdir. Bir berduş nerede, nasıl ölür; cenazesi kimler tarafından, nereye ve nasıl kaldırılır? Bir sanatçı (zaten kendine sürgünken) neden Büyükada'da bir mağarada yaşamayı seçer? Neden insanlar onları anlamaya çalışmak, seçimlerine saygı duymak yerine, kendi çıkarları için onlara zarar vermeye kalkarlar? İnsanlar birbirlerini neden bu kadar rahat kırabiliyorlar? Hayat, erdem, aşk yorgunu, kırgını insanlar ruh uyuşmazlığı içinde daha kaç yüzyıl acı çekecekler?
Taksim'den İstiklal Caddesi'ne doğru yürümeye başladığımda nedense hep Cahide Sonku, Yıldırım Önal ve beyaz kefenleri içinde protestosunu haykıran Ferda Ferdağ gelir aklıma; bir de oturacak kiralık ev bile bulamayan Özcan Özgür. Cahide Sonku bataklıkta gül olmayı seçmişti seçmesine fakat bizler beter bataklıklardık. O Beyoğlu'nun arka sokaklarında, salaş meyhanelerinde ulaşması mümkün bir çok lüksü reddederek alkolde dostluk arıyordu. Kader ve cinnet arkadaşlarıyla yaşadığı dramı, o günün Yeşilçam starlarından kaçını ilgilendirmişti? Daha sonra aynı dramı yaşayanlar onu hatırladıkça neler hissetmişlerdi? Kimi anılarını dinledikçe bugün bile bizlere çok önemli hayat dersleri verdiğini düşünüyorum. Cahide Sonku cinnetini en çok başkalarıyla olduğunda mı yaşıyordu? Ya Yıldırım Önal... "Stella, Stella..." diyen sesi bugün bile kaç kuşağın kulaklarında. Belki de yaşadığı varoluş sancısı, yaratıcı acı nedeniyle hayatla bir türlü uzlaşmayan, belki de bu yüzden sık sık alkol komalarına giren Yıldırım Önal, bir çekim sırasında fotoğraf çektirmek istemediği için gazetecilerden kaçar. Bu kaçışın nedenini soran gazeteciye, "Ben gazetecilere küskünüm arkadaş... Çöp bidonuna düştüğüm gün, hemen ayaklarımın resmini çekip 'sarhoş' diye yazdılar. Gözümün birini kaybettim, 'Moşe Dayan' diye alay ettiler. Tımarhaneye tedavi için yattım, bu defa da 'deli' dediler. Hiçbiri benden bir aktör, bir Yıldırım Önal olarak söz etmedi. Söyle, korkmadan söyle arkadaş, haklı değil miyim?.." yanıtını verir.
Galatasaray Lisesi mezunu olan Ahmet Tarık Tekçe, Yankesici Kız filminin galasına giderken geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybeder. Üçyüzden fazla filmde oynayan Tekçe için "Kitapsız ilim, Ahmet Tarık Tekçe'siz film olmaz" diye tekerlemeler üretilmiştir. Yeşilçam'ın sevimli güldürü oyuncusu Suphi Kaner otuz yaşında intihar ederek ölür. Daha önceleri dört kez intihar girişiminde bulunan Suphi Kaner de dostluğu alkolde arıyordu. Bir sinema dergisine şöyle bir ilan verir: "Sayın seyircilerim ve meslektaşlarım... 24.11.1961 tarihinden itibaren, on yıldan beri devamlı olarak içtiğim içkiyi, gerek sıhhatim ve gerekse dostlarıma karşı davranışlarımın anormalleşmesi bakımından bıraktım... Bundan böyle, her kim beni içki içerken veya içkili görürse kendilerine tarafımdan 1000 TL’si ödenecektir. Hürmetlerimle" Fakat sözünde duramaz, içki içmeyi sürdürür. Bunun üzerine Prodüktörler Cemiyeti bir yazı yayınlayarak Suphi Kaner'i boykot eder. Bir süre sonra da “üç tüp Nembutal adlı hapları yutup, yaşamına son verecekti. Ve ünlü komedyen 30 yaşındaydı. Gerçekten Kaner'in intiharına neden, yalnızca Prodüktörler Cemiyeti'nin bu boykot kararı mıydı? Ya da tutsağı olduğu alkol müydü?”

40 yıl varolma, ayakta kalabilme savaşı verir Ferda Ferdağ. Yeşilçam onu çok çabuk hırpalamış, oynadığı üç başrolden sonra figüranlığa indirmişti. “25 yaşından sonra anne, teyze, nine, hala” rollerini uygun görmüşlerdi. Ferda Ferdağ, kırgın ve öfkeliydi. On üç yaşında Tepebaşı Şehir Tiyatroları'na Kül Kedisi Sindrella'nın provalarına kadrolu girmiş, on dört yaşında Yeşilçam'ı keşfetmişti. Ne umutlarla, fakat hep hayal kırıklıklarıyla, acılarla ve yalnızlıklarla geçen otuz beş-kırk yıl... Sonunda annesinin altın bileziği, oğlunun yardımları ve yan oyunculukla beş yıllık borç farkını tamamlayarak emekli olur. Emekli olduktan sonra yapımcı ve yönetmenlere kendini hatırlatmak amacıyla bir gece düzenler. “35 yıl 109 gün Türk Sinema ve Tiyatrosu'na gönül verip emekli oldum. Onurlandırmanızı rica ediyorum. 19 Haziran 1987 Cuma günü saat 17.00-19.00 Perapalas Oryent Ekspres barda.” yazılı bir davetiye dağıtır. Nerede ve ne zaman davet ettiğini hatırlayamadığı bir avukat ve Gazanfer Özcan ailesinin “STR adına nefis çiçekleri” gelir yalnızca. “Haram olsun İstanbul... Bütün paralarım zemin katlarına, o akmayan sularına, jeton yutan telefonlarına, yanmayan kaloriferlerine, ikide bir kesilen elektriklerine, ayakta duracak yer bulamadığım otobüslerine, kolibasilli denizlerine gitti. Bir kere daha haram olsun İstanbul...” Sinema, tiyatro, müzik... 1971 yılında sahneye de çıkar Ferda Ferdağ, iki yıl sürdürür şarkıcılığı. Altın Kalemler dergisinde Ergun Arpaçay şunları yazar: “Yeşilçam'da bir yorgun savaşçı var. Kameraların önünden kırgın ayrılan bu yorgun savaşçı Ferda Ferdağ'dır. Çevirdiği son filminin bir planlık sahnesini tamamlayarak setten ayrılan Ferda Ferdağ buruktur, üzgündür, kırgındır. Ferda Yeşilçam'daki mücadelesini kaybetmiştir, ama sanat gücünü, sanat aşkını yitirmemiştir. Zira yıldızlar gökyüzünden düşse bile onların unutulmayacaklarını bilmektedir. (...) Mağluplar da alkışlanır. Ferda Yeşilçam'da yenilmiştir, ama yıkılmamıştır.”

Kardeşim Benim filminin unutulmaz oyuncusu Özcan Özgür, 1991 yılının Mayısı'nda Ferda Ferdağ'a "Ah kiralık bir ev istiyorum" der. Cezmi Ersöz'e "kiralar ne kadar?" diye sorar. "Acele kiralık eve ihtiyacım var". Kiraları öğrenince de "ev sahiplerinde hiç insaf kalmamış" der. Oturacak kiralık ev bile bulamaz. Bulduğu kırık dökük evlerden çıkarılır. Son yıllarında hastalanır, bacakları tutmaz. Son günlerini tekerlekli sandalyede geçirir. Kardeşim Benim filminin unutulmaz oyuncusu Özcan Özgür, acılı ve kırgın yüreğiyle hep yalnızdır ve öyle de ayrılır aramızdan.
Sararmış, silinmiş film karelerinde, sepya fotoğraflarda unutulmaz yüzler, unutulmaz isimler... Tuncel Kurtiz, Osman Alyanak, Muhterem Nur, Vahi Öz, Sadri Alışık, Ekrem Bora, Aziz Basmacı, Mualla Sürer, Sevda Ferdağ, Hüseyin Baradan, Kadir Savun, Hüseyin Zan, Pervin Par, Asım Nipton, Baki Tamer, Ahmet Mekin, Eşref Kolçak, Turgut Özatay, Hüseyin Peyda, İhsan Yüce, Reha Yurdakul, Atıf Kaptan, Süheyl Eğriboz...

Hiç unutulmayacaklar!..

19 Aralık 2009 Cumartesi

ZEKİ ÖKTEN İÇİN


ZEKİ ÖKTEN İÇİN
21 Aralık 2009 Pazartesi Günü, Saat: 10.30’da
Beyoğlu Sineması’nda Anma Töreni Yapılacaktır.
Öğle Namazı Ardından Teşvikiye Camiinden, Zincirlikuyu
Mezarlığına Defnedilecektir.


 

 

 

 

 

 


 

 

ZEKİ ÖKTEN'İ KAYBETTİK... "GÜLE GÜLE" USTA...

Zeki ÖKTEN

4 Ağustos 1941 İstanbul doğumlu Zeki Ökten Haydarpaşa Lisesi mezunudur. Öğrencilik yıllarında tiyatro çalışmalarına başlar. Bir süre amatör tiyatroculuk yaptıktan sonra, yönetmen yardımcılığı ile sinemaya 1960 yılında girdi. Ve 1961 yılında bu düşünü gerçekleştirip, Nişan Hançer'in yönettiği "Acı Zeytin" filminde yönetmen yardımcılığı yaparak Yeşilçam'a ilk adımlarını atar. Lütfi. Ö. Akad, Halit Refiğ, Memduh Ün ve ağırlıklı olarak Atıf Yılmaz, yönetmen yardımcılığı yaptığı ustalarıdır. Ökten, 1963'de ilk filmini çeker. Adı "Ölüm Tuzağı"dır. Ne var ki bu ilk deneme bir "Zeki Ökten filmi" olmadığı gibi hazır da değildir. Ve dönemin koşulları içinde bu "ilk film" sıradanlığı aşamaz. Birkaç yıllık birikimi de henüz yeterli değildir. Zeki Ökten ancak daha sonraki yıllarda ustalığını kanıtlayacaktır.

Ökten, sinema yaşamının "unutulmuş" ya da "dışlanmış" bir filmi olarak kalan bu ilk denemesinin ardından, asistanlığını sürdürmek zorundadır. Dokuz yıl süren ikinci asistanlık döneminden sonra 1972'de çevirdiği "Kadın Yapar"la tekrar yönetmenliğe döner ve bu kez dikkati çeker. Arada birkaç piyasa işi ısmarlama filme imza atsa da 1973'te yönettiği "Bir Demet Menekşe", Zeki Ökten'in küçük bir "çıkış filmidir". Bu başarıda senaryocu olarak Selim İleri'nin de katkısı inkâr edilemez. Yalın ve duyarlı bir aşk öyküsü üzerine kurulu film, bazı yönleriyle eleştiriler alsa da akıcı anlatımı ve içerdiği toplumsal bakış açısıyla yeni bir yönetmenin gelişini müjdelemiştir. Özellikle de film karelerine geçen duyarlılık, Zeki Ökten sinemasının gelecekteki "ip uçları"ndan birini oluşturacaktır.


Lütfi Ö. Akad, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Osman F. Seden, Memduh Ün ve Halit Refiğ kuşağından sonra gelen "ikinci yeni kuşak sinemacıları"ndan biridir Zeki Ökten. Dönemin koşullarına teslim olmadan, kendini yenileyerek bu doğrultuda dikkatli bir iz sürmektir amacı. "Askerin Dönüşü" (1974), "Sürü" (1978), "Düşman" (1979) gibi filmlerinde gerçekçi bir bakış açısını benimserken, Kemal Sunal'ın oyuncu olarak yer aldığı "Kapıcılar Kralı" (1976), "Çöpçüler Kralı" (1977), "Faize Hücum" (1982) gibi filmlerinde sosyal eleştiriyi güldürü formatına başarıyla yerleştirir.


"Kapıcılar Kralı" ve "Çöpçüler Kralı" gibi Kemal Sunal güldürüleri, ilk tahlilde popülizme dayalı deneyler olarak görülse de her iki film, içten içe toplumsal bir yaşam biçiminin izlerini taşır. Anlattığı bizden insanların öyküleridir. Bu toplumsal güldürülerle ağırdan ağıra bir yol alsa da bir gün hedefi 12'den vuracaktır. İşte "Sürü" hedefe atılan ilk yaman kurşundur. Gerçekten "Sürü", yalnızca Zeki Ökten'in değil, Türk Sineması tarihinin de "başyapıt"larından biridir. Bir deli nehir gibi akan senaryosunu Yılmaz Güney yazmıştır, ama yaratıcısı da Zeki Ökten'dir. "Sürü", genel yapısı içinde bir ekip çalışmasıyla da sinemamızın ilginç örneklerinden biri sayılır. Ama altı çizilmesi gereken temel başarısı "Sürü"nün ulusal kaynaklardan yola çıkıp, evrensel bir boyut kazanmasıdır. Yurtdışında da dikkat çeken bu filmle birçok önemli uluslararası festivale katılır ve toplam 11 ödül alır.

Zeki Ökten, Yılmaz Güney işbirliği sonucu sinema yaşamının en verimli dönemine girer. Ve Güney'in senaryosundan çektiği "Düşman" da bu birlikteliğin ikinci büyük başarısıdır. Yurtdışında ada ilgi gören "Düşman" bir "nehir roman" gibidir. Ecran dergisi yazarı Fransız eleştirmen Marcel Martin'e göre, "belgesel çekimlerin ve mizansenlerin güçlülüğü nedeniyle müthiş bir yapıt ortaya çıkmıştır.


Bu ortak çalışmaların ardından, Zeki Ökten başarılarını bu kez bağımsız bir yönetmen olarak sürdürür: 1982'de "Faize Hücum"la, 1984'te "Pehlivan"la... "Sürü" ve "Düşman"da olduğu gibi bu iki filminde de kullandığı insan malzemesini, bir "yok oluş" ya da bir "tükeniş" teması üzerine kurduğu görülür. "Faize Hücum"la (1982) Antalya Film Festivali'nde En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerini alır. "Pehlivan"la birçok uluslararası ödülün yanı sıra, İstanbul Film Festivali'nin Üstün Başarı Ödülü'nü kazanır. 1988 yılında yaptığı "Düttürü Dünya"dan sonra yönetmenliğe ara verir. 1995'te çektiği kısa öykülü filmi "Hep Aynı"da ise iki kuşağın çatıştığı aile yaşamını ilginç gözlemlerle sergilerken, yeni bir başarıya daha imzasını atar. İddiasız, ama bir yaşam gerçeğiyle bütünleşen içtenlikli bir küçük denemedir "Hep Aynı". Zeki Ökten'in de yaşam gerçeği, "hep alçakgönüllü" olmak değil midir?

Belli aralıklarla, soluk alarak, dinlenerek ve seçmeci bir tavırla sinema yaşamını sürdüren Ökten'in yine içsel dünyaları kendine özgü bir duyarlılıkla sergilediği "Güle Güle" (1999) ve "Gülüm" (2002), son dönem filmleridir şimdilik, ve "son tahlil"de şu bir gerçektir ki: Zeki Ökten, yıllardır alıştığımız demagog yönetmenlerden değildir. Medyatik ise hiç değildir... Yaptığı bunca olumlu işe karşılık öne çıkmaktan kaçınan, içe kapanık dünyasıyla suskun, ama yalnızca filmleriyle konuşan bir yönetmendir o.


YÖNETMEN FİLMOGRAFİSİ
Ölüm Pazarı - 1963
Kadın Yapar - 1972
Kırık Hayat - 1972
Ağrı Dağı'nın Gazabı - 1973
Bir Demet Menekşe - 1973
Bitirim Kardeşler - 1973
Bitirimler Sosyetede - 1973
Vurgun - 1973
Askerin Dönüşü - 1974
Boşver Arkadaş - 1974
Hasret - 1974
Hanzo - 1975
Kaynanalar - 1975
Pisi Pisi - 1975
Şaşkın Damat - 1975
Kapıcılar Kralı - 1976

Ne Umduk Ne Bulduk - 1976
Çöpçüler Kralı - 1977
Sevgili Dayım - 1977
Sürü - 1978
Düşman - 1979
Faize Hücum - 1982
Pehlivan - 1984
Davacı - 1986
Ses - 1986
Yoksul - 1986
Düttürü Dünya - 1988
Saygılar Bizden - 1993 .... Televizyon Filmi
Aşk Üzerine Söylenmemiş Herşey - 1995 .... Televizyon Filmi
Güle Güle - 1999
Gülüm - 2002
Çinliler Geliyor - 2006


SENARİST FİLMOGRAFİSİ
Kaynanalar - 1975
Pisi Pisi - 1975

DİĞER FİLMOGRAFİSİ
Balalayka - 2000 .... Senaryo Danışmanı
Düşman - 1979 .... Kurgu
Kimlik - 1988 .... Oyuncu

ÖDÜLLERİ
Türk Filmleri Yarışması'nda Belediye Özel Armağanı - 1961
Kapıcılar Kralı - 14. Antalya Film Şenliği, En İyi Yönetmen. 1977
Düşman - Berlin Film Şenliği'nde iki özel ödül kazandı. 1980
Faize Hücum - 20. Antalya Film Şenliği, En İyi Yönetmen. 1983
Sinema Dalında 2000 Yılının Başarılı İletişimcisi ödülünü aldı.


http://www.kameraarkasi.org/yonetmenler/z/zekiokten.html

















10 Aralık 2009 Perşembe

Adile Naşit: En çok Hafize Ana

Adam dünyada hiçbir şeyden zevk almadığı, hiçbir şeye gülemediği şikayetiyle doktora gider. Doktor çeşitli önerilerde bulunur. Fakat adam bunların hepsini denediğini yine de bir sonuç alamadığını söyler. Doktor bu kez şehirde temsiller veren sirke gitmesini ve oradaki palyaçoyu seyretmesini salık verir; "O palyaçoyu seyret, mutlaka neşelenip güleceksin. O’nun dünyada güldüremeyeceği insan yoktur" diyerek. Adamın buna yanıtıysa şöyledir: "Ne diyorsunuz doktor! O bahsettiğiniz palyaço benim.

75 yılında Ses dergisinde Adile Naşit’le ilgili bir haber bu fıkrayla başlıyordu. Haber Darülaceze Çocuk Yurdu’ndaki çocukları ziyaret eden Adile Naşit’in çocuk özlemini ve kimsesiz bir çocuk edinmeyi düşündüğünü söylemesiyle ilgiliydi. Çünkü Adile Naşit çok sevdiği oğlu Ahmet’i 16 yaşında yakalandığı bir hastalık nedeniyle kaybetmişti. İçindeki çocuk özlemi ve acısı hiçbir zaman dinmez. Onun her gece televizyon ekranından masallarıyla büyüttüğü ‘kuzucukları’ bugün yirmili yaşlardalar. Filmlerindeki şen kahkahaları ise bugün yaşayan bütün kuşakların kulaklarında.

Babası  Komik Naşit Bey, bizim yetişemediğimiz yıllarda Direklerarası’nda izleyenleri yıllarca nasıl güldürdüyse, Adile Naşit de bizi yıllarca filmlerindeki neşeli karakterleriyle güldürdü, zaman zaman hüzünlendirdi. O fıkra, Adile Naşit’in babası Komik-i Şehir Naşit Bey’i de iyi anlatmaktadır aslında. Ömrünü tiyatroya, insanları güldürmeye adamış ünlü Komik Naşit Bey, son yıllarını yokluklar, yoksulluklar arasında geçirmiştir. Öldüğünde ise yoksulluk ve birikmiş epeyce borcu kalıyor miras olarak, çocukları Selim Naşit ve Adile Naşit’e. Bir de tabii ki sanatı…
16 Haziran 1930 yılında doğan Adile Naşit’in annesi de, dönemin ünlü kanto yıldızlarından Amelya Hanım’dır. Adile Naşit, ailesine katkıda bulunmak için on üç yaşında bir bayrak atölyesinde çalışmak zorunda kalır. O yıllarda tanıştığı Necdet Mahfi Ayral, O’nu Şehir Tiyatrosu’nun çocuk bölümüne aldırır. Tiyatrocu bir ailede, tiyatro ortamına doğan ve çocukluğu Şehzadebaşı’nda, Direklerarası’nda geçen Adile Naşit’in, ömrünün sonuna kadar sürecek sanat yaşamı böyle başlar. 1944 yılıdır; figüran olarak yeraldığı oyunda, bir gün oyunculardan biri hastalanınca onun yerine anne rolünde çıkar sahneye. On dört yaşındadır bu önemli ilk rolünde ve makyajla yaşlandırırlar. Yıllar sonra Muammer Karaca Tiyatrosu’nda "Masif İskemle" adlı oyunu oynuyorlardır. Artık yirmi beş yaşındadır fakat yine yaşlı bir kadını, Gülriz Sururi’nin 65 yaşındaki annesi rolünü oynuyordur. Oyunu izleyen Anadolu Film’in sahibinden film teklifi alır. Ertesi gün görüşmeye gittiğinde kapıyı açan ve "kimi aradınız" diye soran Hüseyin Peyda’ya, "Film için gelmiştim, beni çağırtmışsınız" der. Yanıt "Bir yanlışlık olacak biz sizi değil, oyundaki 65 yaşındaki kadını çağırdık" olur.

Şehir Tiyatrosu’na girdiği günlerde, yaz tatillerinde Halide Pişkin’le tiyatro çalışmaları yaparlar. 1946 yılında Muammer Karaca Tiyatrosu’na girer. "Sahne yaşamındaki gücünü, yeteneğini on altı yıl çalıştığı bu tiyatroda ortaya koyar." Arada Aziz Basmacı ve Vahi Öz’le tiyatro topluluğu kurup çalışmalar yaparlar. 1950 yılında, tiyatro oyuncusu Ziya Keskiner’le evlenir. 15 Ağustos 1951’de doğan çocukları Ahmet 16 Haziran 1966’da yaşama veda eder. Daha sonra, yıllarca Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu’nda sürdürür oyunculuğunu Adile Naşit. 1962 yılından 1974 yılına kadar sürer bu çalışma.
1975 yılından itibaren hayatının sonuna kadar sürecek yeni bir perde açılıyordur Adile Naşit’in önünde: Beyaz perde. İlk kez 1947 yılına tanışmıştır aslında sinemayla; Seyfi Havaeri’nin yönettiği, Hadi Ün, Şükriye Atav ve Handan Adalı ile oynadıkları "Yara" filmiyle. Ara verdiği sinemaya, 1970’lerin hemen başında "Beyoğlu Güzeli", "Canım Kardeşim", "Oh Olsun" gibi Ertem Eğilmez filmleriyle dönüş yapan Adile Naşit, 1975 yılında on dört filmde oynar. Uğur Dündar ve Hülya Koçyiğit’le oynadıkları "İşte Hayat" (Atıf Yılmaz 1975) filmindeki başarılı oyunu ile Antalya Film Festivali’nde En Başarılı Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü kazanır.

Asıl çıkışını, yine Ertem Eğilmez filmleri olan "Hababam Sınıfı" (1974) ve "Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı" (1975) filmlerindeki Hafize Ana rolüyle ve Ergin Orbey’in yönettiği "Bizim Aile" filmindeki anne rolüyle yapar. Hababam Sınıfı serileri "Hababam Sınıfı Uyanıyor" (1976), "Hababam Sınıfı Tatilde" (1977), "Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor" (1978) ve "Hababam Sınıfı Güle Güle" (1981) ile devam eder. "Bizim Aile" ile başlayan yufka yürekli fedakar anne rolleri "Aile Şerefi" (Orhan Aksoy, 1976), "Gülen Gözler" (Ertem Eğilmez, 1977), "Neşeli Günler" (Orhan Aksoy1978) gibi filmlerle sürer. Ardından Kartal Tibet’in yönettiği "Gırgıriye" ve "Gırgıriye’de Şenlik Var" (1981) gelir.
Bütün bu filmlerde, Münir Özkul’la mükemmel bir ikili oluştururlar. Filmlerdeki diğer rol arkadaşları da sinemanın son çeyrek yüzyılına damgasını vurmuş unutulmaz oyunculardır: Şener Şen, Tarık Akan, Müjde Ar, Ayşen Gruda, Kemal Sunal, Tarık Akan, Halit Akçatepe, Şevket Altuğ…

Adile Naşit’in sinema serüveni unutulmaz filmlerdeki unutulmaz rolleriyle devam eder. Bunlardan bazıları: "Hanzo", "Tosun Paşa", "Süt Kardeşler", "Şabanoğlu Şaban", "Kibar Feyzo", "Sultan", "Erkek Güzeli Sefil Bilo", "Davaro", "Şaşkın Ördek", "Namuslu"…
"Hisseli Harikalar Kumpanyası", "Neşe-i Huhabbet", "Şen Sazın Bülbülleri" ve "Yedi Kocalı Hürmüz" gibi müzikallerde rol alan Adile Naşit, TRT’de (1981) "Uykudan Önce" adlı programda çok sevdiği minik yavrularına, çocuklara masallar anlatır. "Kuzucuklarım" diye seslendiği ve şen kahkahasıyla teker teker isimlerini sıraladığı çocuklar, onun masallarını dinlemeden uyumaz o günlerde.
Deniz, Zeynep, Barış, Hülya, Cem, Filiz, Tuna, Ayşe… Bütün kuzucuklarının çok sevdiği Adile Teyze, 11 aralık 1987’de ayrılır aramızdan.

Oyuncu olarak yer aldığı filmler
1947: Yara, 1950: Lüküs Hayat, 1957: Kahpe Kurşun, 1959: Abbas Yolcu, 1970: Vur Patlasın Çal Oynasın, 1972: Sev Kardeşim, 1973: Oh Olsun, Canım Kardeşim, 1974: Salak Milyoner, Aç Gözünü Mehmet, Hasret, Yüz Liraya Evlenilmez, Mavi Boncuk, 1975: Gece Kuşu Zehra, Minik Cadı, Ah Nerede, Çapkın Hırsız, Delisin, Hanzo, İşte Hayat, Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı, Hababam Sınıfı, Bitirimler Sınıfı, Şehvet Kurbanı Şevket, Plaj Horozu, Haydi Gençlik Hop Hop, Pembe Panter, Sevgili Halam, Televizyon Çocuğu, Bizim Aile/Merhaba, 1976: Süt Kardeşler, Ne Umduk Ne Bulduk, Gel Barışalım, Hababam Sınıfı Uyanıyor, Ah Dede Vah Dede, Aile Şerefi, Tosun Paşa, 1977: Hababam Sınıfı Tatilde, Şabanoğlu Şaban, Sakar Şakir, Gülen Gözler, 1978: Kibar Feyzo, Sultan, Neşeli Günler, Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor, 1979: Köşe Kapmaca, N'olacak Şimdi, Vah Başımıza Gelenler, Doktor, Erkek Güzeli Sefil Bilo, Gelinciklerim, 1980: İbişo, Renkli Dünya, Huzurum Kalmadı, Beş Parasız Adam, 1981: Davaro, Gırgıriye, Gırgıriyede Şenlik Var, Şaka Yapma, Bizim Sokak, Hababam Sınıfı Güle Güle, Şabancık, Deliler Koğuşu, 1982: Dolap Beygiri, Talih Kuşu, Görgüsüzler, Buyurun Cümbüşe, Adile Teyze, Şıngırdak Şadiye, 1983: Şaşkın Ördek, 1984: Gırgıriyede Büyük Seçim, Şabaniye, Namuslu, 1985: Şaban Papuçu Yarım, Satmışım Anasını, 1986: Ağa Bacı, Kiralık Ev, Hayroş, Yaygara 86, Kuzucuklarım, Milyarder, 1987: Aile Pansiyonu, Annem

Adile Naşit Anısına

Not: Facebook hesabınız varsa başlığa tıklayarak
videoyu izleyebilirsiniz

8 Aralık 2009 Salı

Sansür Hikayeleri

Sinemacıların korkulu rüyası sansür yıllardır dillere destan ve çoğu neredeyse komik uygulamalarıyla Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak günümüze kadar süregelmiştir. Çoğu zaman keyfi kararlarla yasaklanan filmler hatta yakılan filmler izleyicilere ulaşamamış ya da film bir çok sahnenin çıkarılmasıyla izleyiciye ulaşabilmiştir. 1939 yılında "filmlerin ve film senaryolarının kontrolüne dair nizamname" yürürlüğe girer. Nizamnamenin 7. maddesi denetimini şu hükümlere göre yapıyordu: 1) Herhangi bir devletin propagandasını yapan, 2) Herhangi bir ırk ve milleti tezyif eden, 3) Dost devlet ve milletlerin hislerini rencide eden, 4) Din propagandası yapan, 5) Milli rejime aykırı olan siyasi, iktisadi ve içtimai ideoloji propogandası yapan, 6) Umumi terbiyeye ve ahlaka ve milli duygularımıza mugayyir bulunan, 7) Askerlik şeref ve haysiyetini kıran ve askerlik aleyhine propaganda yapan, 8) Memleketin inzibat ve emniyeti bakımından zararlı olan, 9)cürüm işlemeğe tahrik eden, 10) İçinde Türkiye aleyhinde propaganda vasıtası olacak sahneleri bulunan filmlerin çekimine müsade edilmez.
Sinemada ilk sansür uygulaması 1919 yılında Mürebbiye filmiyle başlar. İşgal ordularının Fransız komutanı General Franchet d'Esperey tarafından yasaklanan filmin Anadolu'ya gönderilmesine ve gösterilmesine izin verilmez. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın romanından uyarlanan filmde bir Türk ailesinin yanında mürebbiye olarak çalışan Fransız kadının hikayesi anlatılır. Madam Kalitea'nın başarıyla oynadığı Fransız mürebbiye çalıştığı evin bütün erkeklerini baştan çıkarır ve birbirlerine düşürür. Fransızları küçük düşürüyor gerekçesiyle böylece ilk sansür uygulaması başlamış oluyordu. Sansürle başı derde giren sinemacıların başında kuşkusuz Metin Erksan gelir. 1950'li yılların başında çektiği Karanlık Dünya adlı filminin adı sansür komisyonunca Aşık Veysel'in Hayatı olarak değiştirilir. Yine aynı film, oyunculardan Aclan Sayılgan ve Kemal Bekir'in Komünist Parti kurma suçundan tutuklanmasıyla 7. maddenin 5. fırkası gereğince tümden reddedilir. Daha sonra tekrar komisyona giren film şartlı olarak izin alabilir. Ekin boylarının kısa ve cılız oluşu, ziraat işleminin çok ilkel olması, turna dansı yapan dört kızdan ikisinin çıplak ayaklı, ikisinin çarıklı oluşu şartlı kabulün gerekçelerinden bazılarıdır. Yine Metin Erksan'ın Yılanların Öcü ve Susuz Yaz adlı filmleri de sansürden nasibini almıştı. O dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel Yılanların Öcü'nü köşkte izleyip çok beğenmesine ve Metin Erksan'la yapımcı Nurset İkbal' i tebrik etmesine rağmen film sansürden izin alamayarak tümden reddedilmişti. Susuz Yaz da "gayri ahlaki" bulunarak tümüyle reddedilmişti. Duygu Sağıroğlu' nun Bitmeyen Yol filmi köyden büyükkente göç eden köylülerin yaşam öykülerini anlatıyordu. Fakat olur mu öyle şey, sansür kurulundan haberiniz yok galiba. Tabii ki filmin, halka gösterilme- sine yurt dışına çıkarılmasına "şehrin en kötü ve en sefil yerlerini, işçilerin en sefil hayat şartları içinde yaşadıklarını belirttiği, bütün işverenleri kötü huylu, hoyrat, işçiyi hakir gören kişiler olarak gösterdiği ..." gerekçesiyle izin verilmez.Lütfi Ö.Akad'ın yönettiği Hudutların Kanunu da sansür kurulunca yasaklanıyordu. Yılmaz Güney'in Umut filmi 10 maddelik gerekçeyle yasaklanıyordu. Bu maddelerden biri şöyleydi: "Filmde Yılmaz Güney ve arabası bakımsız, pis, yırtık, çok zayıf bir at ile iş yapması ve geçinmesi şansa bağlı olup kalabalık bir aileyi geçindirilmesi düşünülmez iken, bu araba ve at fakirliğin bir sembolü olarak ele alınmış, çeşitli olaylarla da çalışmak imkanı bulunmadığı kanaatı verilmiştir." Yılmaz Güney'in Ağıt filminde de sakıncalı sahneler bulunarak o sahnelerin çıkarılması isteniyordu. "Doktor hanımın Yılmaz Güney'in vücudundan kurşunu çıkarırken hep bir ağızdan şarkı söyleme sahnesinin çıkarılması." Filmde kaçakçı Çobanoğlunu oynayan Yılmaz Güney jandarmalar tarafından vurulur. Vücudundan kurşun çıkarılırken direnme gücü verebilmek için adamlarının söylediği, sansür kurulunun filmden çıkarılmasını istediği türkü "Zahit Bizi Tan Eyleme" dir. Süreyya Duru'nun çektiği Kara Çarşaflı Gelin de "memleket asayişine zararlı" olduğu için yasaklanmıştı. 1970'lerdeki seks filmleri furyasında da "umumi terbiyeye ve ahlaka, milli duygularımıza mugayir bulunan" filmler sansürden geçmiyordu. Anlatmakla bitmeyecek kadar çok ve çoğu komik gerekçelerden bazılarını Agah Özgüç'ün "Türk Sineması Sansür Dosyası"(*) kitabından aktarıyorum. Filmin adı: Şoförün KarısıGerekçesi: Leyla ile Handan'ın birlikte oturmaya karar verdikleri zaman "kazancımızı ortaya koyar beraber harcarız" sözü bir çeşit kominizim düşüncesi telkin ettiğinden.Filmin adı: Belanın Kralı Gerekçesi: İşe el koyan polislerin "biz de şaştık kaldık" demesinin çıkarılması.
Filmin adı: Killing İstanbul' da
Gerekçesi: "Polis öldürdü" sözünün çıkarılması, Mine Soley' in profesörün evinde asistanken, evine döndüğünde aynanın karşısında bikini ile arkadan görüldüğü sahnenin çıkarılması.
Filmin adı: Vur Tatlım
Gerekçesi: Rum kızının söylediği "kabuksuz çekirdek yiyecektim" sözünün çıkarılması .
Filmin adı: İstanbul Dehşet İçinde
Gerekçesi: Otomobilin patlayan sol tekerleğinin sağ olarak değiştirilmesi.
Filmin adı: Aşkınla Divaneyim
Gerekçesi: Arif'in Nuri'ye söylediği "gidi" ibaresinin çıkarılması.
Filmin adı: Kıran Kırana
Gerekçesi:Uyuyan işçinin uyandıktan sonra Kamil'in arkasından söylediği "Birgün elime fırsat geçer, ben sana gösterim" sözlerinin, Gül'ün yaralı olan Kamil'in kolundan kurşunu çıkardığı sahneden, bıçakla kolunu kurcalandığını gösteren pasajın halk üzerinde tavahhuş uyandırdığından çıkarılması.

Filmin adı : Yüz Karası
Gerekçesi: Genç aşıklara söylenilen "Bir yastıkta kocayın" sözünün çıkarılması.
Filmin adı : Anadolu'da Roma Mozaikleri - Karanlıkta renkler - Üçüncü Murat Surnamesi
Gerekçesi: Türkiye'yi ilkel ve halkını sefil olarak gösteren bazı sahnelerin çıkartılması şartıyla.

(*) Türk Sineması Sansür Dosyası -İnceleme- Agah Özgüç. Koza Yayınları-1976







Bir fantastik kahramandı Metin Keşke şimdi aramızda olsaydı



Yitirdiklerimizin ardından yazmak zor. Yazdığım bütün yazılar, yaptığım söyleşiler, çalışmalarım hep insanları yaşarken hatırlamak, onlar için sağlıklarında bir şeyler yapmak içindi. Anma yazılarını ayrı tutarak söylüyorum, ölümler üzerine kara gözlüklerinin arkasına saklanarak cenazelerde boy gösterip konuşanlara, yaşarken hayatlarında hiç güzel cümleler kurmayıp ölüm sonrasını bekleyenlere, ölü sevicilere ve akbabalara tepkimi şöyle dillendirmiştim “Yeşilçam Hatırası”nın giriş yazısında: “Akbabalık yapmanın dönemi olamazdı. Önemli bir devlet adamı ya da bir sanatçı hastalanıp komaya mı girdi, hemen televizyon programları yapar, kitaplar çıkarırlar. Fakat bekledikleri olmaz, o günlerde hayatını kaybetmez o devlet adamı ya da sanatçı. Olsun, ne gam, onlar akbabalıklarını yapıp görevini yerine getirdiler ya, kendileriyle gurur duyabilirler. Yeşilçam da, onlar için sadece bir malzemeydi sonuçta. “Oportünistçe” olsun tavırları, ne fark eder, devir “rant” devriydi nasılsa. Kemal Tahir’in, Ayşe Şasa’ya her dönem geçerli olabilecek kulaklara küpe öğüdünü okumuştum M. Nedim Hazar’ın “Gökdelen Mağarada İki Senarist” başlıklı yazısında. “Maskaralık yaptığın sürece seni baş tacı ederler ama ciddi bir şey yaparsan kimse ilgilenmez. Yolunu seç.” Yıllar önce söylenmiş bu söz, bugünün dünyasını, ilişkilerini açıklayabilmek için de çok anlamlı, yapılan işlere baktığımızda. Aşk ve hüzün ticareti yapanlar, halkla ilişkiler ve AR-Ge şirketleriyle hedef kitle belirleyip yazılarını popüler olmaya ve çok satmaya göre yazanlar, televizyon programlarında baktıkları aynalarda “ne görüyorsun?” sorularını, “güzellikler, acı, hüzün” diye yanıtlayanlar, paparazzi içerikli belge-seller yapanlar, hırsızlar, yalancılar, dedikoducular baştacı edilmiyor mu günümüzde. İhanetin tarihinin ve yükselme hikayelerinin yazılmadığı, hiçbir yaptırımın olmadığı, aksine bunların kışkırtıldığı günümüzde elbette maskaralık geçer akçe olacaktır. Halit Refiğ’den Osman Seden’e, Lütfi Akad’dan Ertem Göreç’e, Atıf Yılmaz’dan Meduh Ün’e, Ülkü Erakalın’a, Tunç Başaran’dan Zeki Ökten’e, Şerif Gören’e kadar birçok yönetmenin çektiği, mahalle arkadaşlıklarının, dostlukların, dayanışmanın, insani değerlerin anlatıldığı filmleri, örnekse “Üç Arkadaş”tı, “Mahalle Arkadaşları”nı, Karanlıkta Uyananlar”ı, “Güle Güle”yi izledikçe değişimi görebiliyorduk.”
Metin Demirhan da işin kolayına kaçmadan, duruşlarından ödün vermeden yaşayan hayal kahramanıydı sanki. Metin Demirhan’la sanırım son görüntülü söyleşiyi ben yapmış ve yayınlamıştım “Fantastik Türk Sineması” belgeseli nedeniyle.   

Bir fantastik kahramandı Metin
Fantastik kahramanlarımdan biriydi Metin Demirhan, tıpkı Giovanni Scognamillo gibi. 90’lı yılların sonunda ne zaman Beyoğlu’na çıksam, yolum Atlas Pasajı’ndan geçse Metin’i Giovanni Scognamillo ile “Atılgan’ın önünde sohbette görürdüm. Metin’le tanışıklığımızın başlangıcı daha eskiye uzansa da arkadaşlığa, dostluğa evrilmesi de o tarihlerde başlar. Öküz dergisinde “Artizler Kahvesi”ni yazdığım günlerdi. Metin “iyi bir iş” yaptığımı, her anlamda beni desteklediğini söylüyor, kendi çalışmalarından söz ediyordu. Yeşilçam’ın “Zagor”u,, “uçan Süpermen”i Levent Çakır’ın hâlâ özenle koruduğum bir fotoğrafını vermişti, Levent Çakır söyleşisinde yayınlamam için. Öncesinde de kitap, lobi, film ve fotoğraf alışverişlerimiz olurdu. Fanzinleri ve bazı sinema dergilerini, kitapları Metin’den, Atılgan’dan alırdım. Böylece sohbet edebilme fırsatımız olurdu. Daha çok fantastik edebiyat, çizgiroman  ve sinema meraklılarıyla dolu olurdu Atılgan. Müdavimleri de vardı sık sık sohbet ve alışveriş için uğrayan. O küçücük dükkana kocaman bir dünya sığdırıyordu Metin. Atlas Pasajı’na girdiğimde, Metin’e ve Suat Bilgi’nin Çalıntı ‘dükkanına uğrar, ayaküstü sohbetler yapardık.
Metin hayata kenar süsü olan insanlardan değildi. Düşleri, yapmak istediği “büyük işleri” ve yaptıkları vardı. Biz büyümüştük ve kirlenmişti dünya fakat Metin içindeki çocuğu öldürmemişti. Çocuksu bir yürüyüşü vardı.
Dünyayı Kurtaran Adam “furyası” başladığında dergilerde Dünyayı Kurtaran Adam ve Cüneyt Arkın özel sayıları yapılırken, afişleri, lobilere kapış kapış ve fahiş fiyatlarla satılırken filmin yönetmeni sevgili Çetin (İnanç) ağabey ile tanışmış ve bir söyleşi yapmıştım. Çetin ağabey, Cüneyt Arkın Belgeseli çekiyordu o günlerde. Birlikte sete gitmiş, Cüneyt Arkın’la da bir söyleşi yapıp Öküz’de yayınlamıştım. Çetin ağabeyle Atlas Pasajı’nın arka girişindeki çay ocağında buluşacağım gün Metin’e de uğramış, ayaküstü sohbet etmiş, Çetin ağabeyle buluşacağımı söylemiştim. Tanışmak istediğini, dükkana uğrarsa mutlu olacağını söylemişti Metin. Mesajını Çetin ağabeye iletmiştim, Metin’le ilgili bilgi vererek. Sonrasındaki tanışma anlarını Çetin ağabey de Metin de anlattı. Metin’in dükkanla ilgili bir nedenle polisle bir sorun yaşadığı ve dükkanda polislerin olduğu zamana denk geliyor Çetin ağabeyin uğradığı an. Metini bu sıkıntılı andan Çetin ağabey kurtarıyor. Böylece aralarında Metin’in ölümüne dek süren kalıcı ve güzel bir dostluk başlıyor.

“Dünyayı Kurtaran Adam 2” projesi bir devam filmi olarak bu dostluktan doğuyor. Sonrasında yapılan diğer film nedeniyle (Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu), Metin de Çetin ağabey de haklı bir öfke ve üzüntü yaşamışlardı. Bu süreci yaptığımız söyleşi de Metin şu cümlelerle anlatmıştı: “5-6 yıl öncesinde benim yakın arkadaşım Cem Koçak’la bu filmi izlediğimiz bir sırada ya neden bu projeyi geliştirmiyoruz dedik. Çetin İnanç’la da tanışmıştım o sıralar. Bunun için bir hikaye yazalım diye yola çıktık, başladık yazmaya. Bir yılda bir hikaye yazdık, Çetin .İnanç’ a söz ettik film yapalım diye. Aradan iki yıl geçti tam ciddi  bir girişimde bulunacağız, yapımcıyla görüşecektik ama 1999’da depremler tam bir kaos ortamı yarattı ve ardından gelen kriz bizim bu projeyi rafa kaldırmamıza neden oldu. Yani Dünyayı Kurtaran Adam  2 projesi Cem Koçak, ben ve Çetin .İnanç’ın projesiydi. Bu en azından 20-30 makalede  ve söyleşilerde duyurulmuştu. Hatta internet aracılığıyla yurt dışında bir çok dergide haberleri çıkmıştı. Lucas filmin, Star Wars’ın offical sitesinde dahi ‘Turkish Star Wars 2’ çekiliyor diye haber çıkmıştı. O dönem kriz içinde bulunuyor olmamız, Çetin İnanç’ın Amerika’ya seyahat etmek zorunda olması bizi biraz projeden uzaklaştırdı.
‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın devamı yada tektrar çevrimi Çetin İnanç’sız, Aytekin Akkaya’sız ve Cüneyt Arkın’sız olmaz ve olacağına da inanmıyorum. Mehmet Ali Erbil’in dünyayı kurtaracağına da inanmıyorum.. Kartal Tibet’in neden böyle bir projeye girdiğini de aklım almış değil. En azından bu projyle benim ve arkadaşımın ilgilendiğini biliyorlardı. Bizden yardım isteyebilirlerdi. Belki daha iyi bir film ortaya çıkardı. Çetin İnanç’la görüşmelerim devam ediyor, elimde bitmiş bir öykü ve  senaryo var. Tekrar yapımcı arayışına girişeceğiz. ‘Dünyayı Kurtaran Adamı’n devamını yani kaldığı yerden başlayan hikayeyi çekmeye kararlıyız. Varsın ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın bir oğlu olsun, istiyorlarsa bir torun yazarız, eniştesinin oğlu yazarız, onu da çekerler. Çekmezlerse biz çekeriz.”
Çetin İnanç da devam filmi diye yansıyan filmle ilgili olarak düşüncelerini,  şu cümlelerle anlatmıştı “Fantastik Türk Sineması Belgeseli” için yaptığımız söyleşide: “Bizim filmle ilgisi yok o filmin. Mehmet Ali Erbil, ‘box office’i olan bir adam. Reyting alıyor tvde, gişe yapıyor sinemada. Cüneyt Arkın’ı da almışlar. Oynar, aktör. Oynaması doğru mu yanlış mı onu da kendi bilir. Bana gore yanlış. ‘Dünyayı Kuratan Adam’ın Oğlu’nu da yapma. Türk sineması bu kadar mı aciz? 20 sene once yapılmış absürd, dünyanın en kötü kült filmini sen al, devamını yap. Demek ki sen hiç bir şey bulamıyorsun. ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu’nu yapacağına ‘Uzaydaki Kahraman’ diye bir film yap.  Niye o ismi kullanıyorsun?
“Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu”nda oynadınız. İlk filmden Çetin İnanç yok, Aytekin Akkaya yok. Onların da içinde olduğu bir devam filmi projesi vardı, gerçekleşemedi. Bu yeni film devam filmi sayılabilir mi?” diye sorduğum Cüneyt Arkın da şöyle yanıtlamıştı soruyu: “Dünyayı Kurtaran Adam’ diye bir isim var. Cüneyt Arkın da orada ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ı sembolize ediyor. Ama mesele o değil. ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu filmini çekmek gerekir miydi?’, mesele o. Orada bir şey var, ‘Cüneyt Arkın efsanesine ithaf edilir’ diyor bu film. Cüneyt Arkın efsanesi seyircinin gönlünde mi yaşamalıydı, yoksa gündeme gelmeli miydi? Bunun cevabını verdiğin zaman o soruya da cevap vermiş oluyorsun.”
Giovanni Scognamillo ve Metin Demirhan’ın birlikte hazırladıkları “Fantastik Türk Sineması” kitabından yola çıkarak bir belgesel yapmaya karar vermiştim. Düşüncemi önce Giovanni Scognamillo’ya anlatıp onayını aldım. Projenin danışmanları Giovanni Scognamillo,  Metin Demirhan ve Yılmaz Atadeniz olacaktı . Metin Demirhan ve Yılmaz Atadeniz’le de konuşup her konuda yardımcı olacaklarını, çalışmaya destek verdiklerini öğrendiğimde, cesaretlenip çalışmaya başlamıştım.
Söyleşilerin, çekimlerin bir kısmını Sarkis Paçacı’nın Beyoğlu’nda, Ağacamii Sokak’taki (şimdiki Atıf Yılmaz Sokak) fantastik dükkanı Naregatsi de yapıyorduk.
Metin Demirhan’la da, 13 Ekim 2006’da Naregatsi’de buluşup söyleşi yapmıştık. Sonrasında da çok sık görüşüyorduk. Daha çok Suat Bilgi’nin Çalıntı Cafe’sinde biraraya geliyorduk. Suat, Çalıntı Dergi’yi yeniden yayınlayabilmek için çabalıyordu. Metin de derginin sinema editörü olacaktı. İkisi de heyecanlı bir telaş içindeydiler. Metin bir yandan kısa film projelerini hayata geçirmeye çalışıyor, “Baltam Gelecek Kellen Gidecek” adını verdiği filminin çekimlerini sürdürüyordu. “Kült bir korku filmi” yapmak istiyordu. Yeşilçam geleneğine bağlı “trash movie” (çöplük sineması) B sınıfı hatta kendi deyimiyle Z sınıfı, absürd  film projeleri düşlüyordu. Filmler, fanzinler, dergiler, yeni kitaplar hazırlamak istiyor, internet siteleri, bloglar oluşturuyordu.  Hep çok heyecanlı ve çocuksuydu. Her zaman anlatacak yeni bir projesi, yeni düşleri vardı.
Metin Demirhan’dan Bilimkurgu, Korku, Fantazya ve Serüven Sineması Üzerine...” alt başlığının yeraldığı fantastiksinema.blogspot.com adlı sitede şu cümleler  yer alıyordu:
Merhaba;
Aradan geçen zaman içerisinde blog yavaş yavaş oturmaya başlıyor sanıyorum. Daha fazla yazı ve görsel malzeme ekleme imkanı bulabiliyorum artık. Geniş bir yelpazede FANTASTİK SİNEMA’yı anlatmak ve paylaşmak olan amacım, yeni dostlar kazanmamla birlikte daha heyecanlı bir hal almış durumda. Bu ay, Denizden Gelen Dehşetler, C.H.U.D., The MIST, Herschell Gordon Lewis’in Kanlı Dünyası, 70’li Yılların Canavarları Saldırıyor ve Crio H. Santiago ya da Mad Max İmitasyonlarının Filipinli Ustası gibi makaleler ekledim siteye. Umarım beğenisiniz. Ayrıca kardeş bloğum Maske&Yumruk’u da güncellemeye başlayacağım; Eski ve yeni Türk sineması ile ilgili yazıları okuyabileceksiniz. Bu arada görmüşsünüzdür bu bloğa Barışarock 2007 etkinlikleri sırasında çektiğim ROCKXAN! adlı kısa Teen Slasher filmimin Youtube linkini de koydum. Ayrıca Baltam Gelecek Kellen Gidecek! adlı bitmek üzere olan uzun metrajlı filmimin de Teaser Trailerleri ve de küçük bir çekim aşaması videosunun da linkleri var orada... Teaser Trailerler biraz acemice oldu ama idare edin... Görüşmek üzere... Sevgilerimle. Metin Demirhan”
Yaşımız ilerledikçe hep sağlıkla ilgili hastalık ve ölüm haberleri alır olmuştuk artık. Artık telefonları açmaya korkar olmuştum kötü haber alacağım endişesiyle. Daha geçtiğimiz günlerde iki arkadaşımı daha kaybetmiştim aynı hafta içinde.
2007 yılının Ekim ayında da yanılmıyorsam ilk Suat Bilgi aramıştı “kötü” haberi vermek için. Sonra da diğer telefonlar ve e-postalar gelmişti arka arkaya: “Metin beyin kanaması geçirdi, hastaneye kaldırıldı. Yoğun bakımda.” Sonbahar hüzünle, acıyla gelmişti. Ailesi, arkadaşları günlerce umutla beklemişti iyi haberi alabilmek için. Ne yazık ki beklenen iyi haber gelmedi. Metin Demirhan 1 Kasım 2007 sabahı ayrıldı aramızdan.
Yaşadığımız koşullarda “kaçınılmaz son” için sıra hangimizdeydi? Metin’in hayata dönmesini beklerken sıranın hangimizde olduğunu konuşur olmuştuk Suat’la. Bu koşullarda bizi de ya kalp krizi ya beyin kanaması gibi sağlık sorunları bekliyordu.
Hayat bizi yanıltmadı ve “kötü sürprizini” esirgemedi. Ben de 1 Ağustos 2008 sabahı fenalaşıp hastaneye kaldırıldığımda beyin damarlarımda tıkanma olduğunu, felç geçirdiğimi bilmiyordum henüz. Sol elimde  ve ayağımda kalan hasar zamanla düzelecek olsa da yitirdiklerimizin acısı onarılır bir hasar değil. Onlarla birlikte çocukluğumuzu, gençliğimizi, geçmişimizi de yitiriyoruz, her geçen gün biraz daha eksiliyoruz.

Ekim 2009-Kartal

Not: Yazı Gölge e-Dergi 26. Sayı'da yayınlandı.



Bir fantastik kahramandı Metin Demirhan

Keşke şimdi aramızda olsaydı...
Metin, 1 Kasım 2007 sabahı ayrıldı aramızdan. Her geçen gün biraz daha eksiliyoruz.

Not: Facebook hesabınız varsa,
başlığa tıklayarak filmi izleyebilirsiniz.

Dünyayı Kurtaran Adam-2 Metin Demirhan Projesiydi.

Dünyayı Kurtaran Adam-2 Metin Demirhan Projesiydi.

Metin Demirhan projenin oluşma sürecini anlatıyor...
sonra dünyayı kurtaran adamın bir oğlu oldu...

Not: Facebook hesabınız varsa,
başlığa tıklayarak filmi izleyebilirsiniz...

6 Aralık 2009 Pazar

Mutsuz Güzel GÜLİSTAN GÜZEY

"Kral Lear’i, Atinalı Timon’u, benden önce Neyyire Neyir, Madam Kınar, Eliza Binemeciyan, Şaziye Moral, Bedia Muvahhit, Cahide Sonku oynamışlar. Kuliste arkadaşlar Schiller’in ‘Hile ve Sevgi’sini oynarken, ‘Neyyire Hanım şu sahneyi şöyle oynardı’ diye anlatırlar. İleride ben de Şehir Tiyatrosu’nda ‘Hile ve Sevgi’de kendi rolümde bir başka genç aktristi seyredeceğim her halde. ‘Katil’de Şaziye Moral’ın, ‘Hamlet’te Madam Kınar’ın, ‘Üçüncü Selim’de Eliza Binemeciyan’ın rollerini oynadığım gibi… Her piyesin son temsilinde içimi derin bir hüzün kaplar, sanki birisi ölmüş gibi üzülürüm. Hele sezon kapanmaları bana çok acı gelir. Başlarken duyduğum heves, aşk, neşe kaybolur. Son gece ‘acaba gelecek mevsim bu sahneye çıkabilecek miyiz?’ diye düşünürüm."

Yaptığı işe tutkuyla bağlı, sanatını seven bir sanatçının, Gülistan Güzey’in bir röportajında söylediği sözler bunlar. Tiyatro sahnesinde izleme olanağı bulamadığım Gülistan Güzey’in yanılmıyorsam izlediğim ilk filmi Ertem Göreç’in yönettiği "Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler"di ve yıllarca oradaki görüntüsüyle yer etti belleğimde. Ayhan Işık’la birlikte oynadıkları ve Ayhan Işık’ı da Gülistan Güzey’i de zirveye taşıyan "Kanun Namına" filmini daha önce mi yoksa sonra mı izledim anımsamıyorum fakat oradaki Gülistan Güzey de belleğimde unutulmayan yüzler arasında önemli bir yere sahip oldu. Biri gençlik diğeri olgunluk dönemine ait iki görüntü… Filmlerinde canlandırdığı karakterler gibi, -örnekse "Kanun Namına"daki Ayten- saf, iyi niyetli ve içten olduğunu, yıllar sonra arkadaşlarından dinlediğim anılardan öğreniyordum. 1996 yılında tanıdığım ve anılarını yazması için o günden bu yana ikna etmeye çalıştığım Sezer Sezin, Gülistan Güzey’in en yakın arkadaşı, sırdaşı. Sezer Sezin de, buluşmalarımızda zaman zaman Gülistan Güzey’le ilgili anılarını paylaştı benimle. Ortaya çıkan hep iyi niyetli, arkadaş canlısı bir Gülistan Güzey’di. Bir başka yakın arkadaşı Şaduman Ayşın da, Gülistan Güzey’i şu cümlelerle tanımlıyordu yazdığı bir yazıda: "Çok romantiktir. Bir müzik parçasını dinlerken ağlar ve ‘Bu benim parçam olsun’ der. İçten ve samimidir. Sevdikleri için yapamayacağı fedakarlık yoktur. Onu bütün uzaktan tanıyanların görüşlerinin aksine, son derece tevazu sahibidir. Çay ve kahveden başka da bir şeye iptilâsı yoktur. Maddiyata kıymet veriyormuş gibi görünmesine rağmen hoşuna gidecek ve ona tatlı sözler söyleyebilecek olan erkekle elele mehtapta dolaşmayı tercih eder."

Gülistan Güzey’in her dönem yakınında bulunmuş, her dönemine tanıklık etmiş bir başka yakını da Necip Sarıcı. Türk Sineması’nın gizli tarihçisi, arşivi, emekçisi olan ve elli yılı aşkın süredir büyük özverilerle sinemada yaşananlara tanıklık yapan Necip Sarıcı "abla" dediği Gülistan Güzey’i çocukluğunda tanımış. Sinemada her dönem çok güzel kadınlar olduğunu fakat Gülistan Güzey’in yerinin ve güzelliğinin ayrı olduğunu söylüyor Necip Sarıcı. Hayatı boyunca hiç mutlu olamadığını da… Üç evliliğinin de, oğlu Müfit’in de onu bedbaht ettiğini, mutluluk yerine acı verdiğini, eşlerinin Gülistan Güzey’i hep istismar ettiklerini anlatıyor üzülerek. "İnsanlara iyilik yapmak istiyordu ama istismara uğruyordu. Çevresindekiler sömürüyordu hep, iyi niyetinden yararlanarak. Oğlundan da mutlu olamadı ne yazık ki. Filmlerde olur ya çocuk koşar anneye sarılır ağır çekimde. Bunu hiç yaşamadılar. Anneyle hep kavgalı oldu Müfit. Annesinin vefatından sonra da hızlı bir şekilde kürklerini, olan mütevazi mücevherlerini, evlerini 6-7 ay içinde sattı yok etti. Alkole aşırı düşkünlüğü vardı. Kendisini de yok etti o hızla. Ne ölüsü bulundu, ne gören oldu. Öldüğünü duyduk sadece. Aile mezarlığında boş bir mezarı var şimdi. Kim buldu nereye, nasıl gömüldü bilinmiyor."

Ümitsiz aşklara düşüp ağlayarak, yana yakıla yakın dostlarına koşup içini dökebilecek kadar sahici ve içten olan Gülistan Güzey ne yazık ki beraberliklerinde, evliliklerinde aradığı mutluluğu bulamaz. "İnsanlara çok çabuk inanırım. Bunun zararını da gördüm" diyen Gülistan Güzey defterine Shakespeare’in şu sözünü yazar: "İnanmış olmak için aldatılmaya göz mü yummalı? Yoksa aldatılmaktan korkarak hiç mi inanmamalı?"
17 Mayıs 1927’de Cağaloğlu’nda doğar Gülistan Güzey. Adını anneannesi koyar. Henüz altı aylıkken babasını kaybeder. Parmakkapı 29’uncu İlkokul’dan sonra Beyoğlu İkinci Ortaokulu’nda okur. Son sınıfta okurken gazetelerde ‘Şehir Tiyatrosu kadın artist namzedi arıyor’ diye bir ilan görür. "50 kişi imtihana girdik. Perihan Tedü ile kazandık. Hemen kadroya alındık. 1943’te 100 lira aylık önemliydi. Annem önce bir hafta yüzüme bakmadı, sonra barıştı. Shakspeare’in "Nasıl Hoşunuza Giderse" oyununda figüran olarak sahneye çıktım. Altı yıl Çocuk Tiyatrosu’ndaki piyeslerde dansettim, ufak roller aldım. Benim kadar dansa kabiliyetsiz kadın yoktur. Üstelik çocukken balerin olmak isterdim. Tiyatroya girdiğim 1943 yılında "Detli Pınar" filmiyle sinemaya da başladım. 1944’te oynadığım "Hürriyet Apartmanı" büyük sükse yaptı. Şimdiki Lüks Sineması’nda uzun süre gösterildi. Bu filmdeki başrol için o zaman 300 lira almıştım. Filmin başarısı üzerine Necip Erses 200 lira da ekstra pirim verdi. İlk filmimden kazandığım bu parayla tek taşlı pırlanta yüzük aldım. Hâlâ saklarım. Ondan sonra filmler, piyesler birbirini kovaladı."

1946 yılında gazeteci Ümit Deniz ile evlenir. Bu nedenle bazı filmlerde adı jeneriklere Gülistan Deniz olarak geçer. Oğlu Müfit 5 Mayıs 1974’de doğar. Dostları onları ideal çift diye tanımlasalar da kısa bir zaman sonra ayrılırlar. Ayrıldıktan 9 ay sonra evliliği bir kez daha dener. Kamil Cemali ile evlenir. Yine olmaz. İkinci evliliği de 6 yıl sürmüştür. Üçüncü evliliğini yaptığı işadamı Suat Baydur’la da aradığı mutluluğu bulamaz.
"Aktristlerin hayatı oynadıkları piyeslerin konularına o kadar karışır ki, çok defa rollerimizde hatıralarımızı birbirinden ayırt edemeyiz. ‘Sirano’yu, ‘Yaprak Dökümü’nü, ‘Üç Kız Kardeş’i, ‘Vişne Bahçesi’ni hiç unutmam. Bu piyesleri baştan aşağıya ezber bilirim. ‘Sirano’da Cahide’nin, ‘Üç Kız Kardeş’te Nevin Seval’in dublörüydüm. Sonra Roksan rolünü oynadım. ‘Otello’dan da unutulmaz hatıralarım var. Filmlerimden aklımda kalanlar o kadar az ki. ‘Dertli Pınar’ı hatırlıyorum: Ayazpaşa Korusu’nda çalışırken aynaya bakıp kendimi son derece güzel bulmuştum. Bir de filmi görünce şaştım, ben ne kadar çirkin kadınmışım diye. Senelerdir kendimi sarışın zannederim. Saçlarımı hep sarıya boyattığım için olacak. Çok da unutkanımdır. Unutmak iyi şey…Şimdi ancak ‘Kanun Namına’, Allahaısmarladık’, ‘Kadın Severse’, ‘Ebediyete Kadar’ adlı kordelâları hatırlıyorum. Beğendiklerim de bunlar. Film çevirmek hiç yorucu değil. Çok eğlenceli bir şey. Yorulmaya vakit kalmadan başka plana geçiyoruz. Oynadığım filmleri altı seneden beri seyretmiyorum. En son ‘Irz Düşmanları’nı zorla gösterdiler. Ama son yıllarda güzel sayılabilecek Türk filmleri de yapıldı."
Gülistan Güzey 1963 yılında sinemadan uzaklaşır. 1968 yılında Ülkü Erakalın’ın yönettiği ve Sadri Alışık, Serpil Gül, Suzan Avcı, Vahi Öz, Ali Şen, Mualla Sürer gibi oyuncularla birlikte oynadığı "Paydos" adlı film ile tekrar döner sinemaya. Fakat 1963 yılına kadar hep başrol oynayan Gülistan Güzey, artık yan rollerde anne ve teyze olarak yer alır yeniden döndüğü peyazperdede. 1974 yılında ise tamamen bırakır sinemayı.
1976 yılında TRT için çekilen "Şıpsevdi" adlı dizi ile tekrar çıkar kameraların karşısına. 1980 yılında yine TRT için çekilen ve başrolünü Hulusi Kentmen’le paylaştığı "Parkta Bir Sonbahar Günüydü" adlı dizide oynar.
Bugünkü gibi kolay para kazanılmadığı yıllardır o yıllar. Uzun yıllar kirada oturur Gülistan Güzey de.
"Hiçbir zaman bahçeli bir evde oturamadık. Ben bu yüzden çiçek yetiştirmeye hasretim. En güzeli gül ama mor renklerden hoşlandığım için olacak menekşeyi de severim. Onun da ömrü çok kısa. Zaten güzel şeylerin ömrü kısa oluyor. Evde her şey eksik olabilir, çiçek eksik olmaz. Hediye ettiğim çiçekleri arkadaşlarımın zevklerine göre seçerim. Şadıman Ayşın beyaz, Sezer Sezin kırmızı karanfil sever."
Güzel ve sevilen oyuncu Gülistan Güzey’in de ömrü kısa olmuştu ne yazık ki, bütün güzellikler gibi. Yaşadığı onca sıkıntı, acı, sevgisizlik ve elbebek gülbebek büyüttüğü oğlunun alkole düşkünlüğü, düşmanca tutumu karşısında yorgun düşen Gülistan Güzey, yakalandığı amansız hastalığa yenik düşerek, 1987 yılında aramızdan ayrılır. Ropörtajında söylediği gibi, sonraki yıllarda, daha önce oynadığı oyunlarda kendi rolünü oynayan genç aktristleri sahnede izleme olanağı bulmuştu fakat her piyesin son temsilinde içini kaplayan o derin hüznün sebebi "acaba gelecek mevsim bu sahneye çıkabilecek miyiz" sorusu artık yanıtsız kalıyordu. Bu kez hüzün Gülistan Güzey’in dostlarının, sevenlerinin içini kaplıyordu, çünkü perde ve sezon bir daha açılmamak üzere kapanıyordu sinemanın ve tiyatronun güzeller güzeli oyuncusu Gülistan Güzey için.

Oyuncu olarak yer aldığı filmler
1943: Dertli Pınar, 1944: Hürriyet Apartmanı, 1945: Yayla Kartalı, Köroğlu,1946: Sonsuz Acı, 1947: Hülya, 1949: Ölünceye Kadar Seninim, 1950: Çakırcalı Mehmet Efe, 1951: İstanbul Kan Ağlarken, Tanrı Şahidimdir, Allahaısmarladık, Yavuz Sultan Selim Ve Yeniçeri Hasan, 1952: Kanun Namına, Çakırcalı Mehmet Efe'nin Definesi, İngiliz Kemal Lawrence'e Karşı, Kahpenin Kızı, 1953: Katil, 1954: Aramızda Yaşıyamazsın, 1955: Artık Çok Geç, Ebediyete Kadar, Irz Düşmanları, 1956: Sönen Yıldız, Yangın, Katibim, 1957: Hata/Bırakın Ağlayım, 1958: Allı Yemeni, Sokak Çocuğu, Bir Dilim Ekmek, Kelepçe, 1959: Zehir Ali, Garipler Sokağı, Kendi Düşen Ağlamaz, Ömrüm Böyle Geçti, 1960: Gece Ve Gündüz, 1961: Hancı, Bir Yetimenin Hasreti, Doğmadan Ölenler, Şafakta Buluşalım, 1962: Akasyalar Açarken, 1963: Sayın Bayan, 1967: Bir Soförun Gizli Defteri, 1968: Kezban, Paydos, Katip / Üsküdar'a Giderken, Hırsız Kız, 1969: Uykusuz Geceler, Hüzünlü Aşk, 1970: Pamuk Prenses Ve 7 Cüceler, Saadet Güneşi, Zindandan Gelen Mektup, 1971: Beklenen Şarkı, Bütün Anneler Melektir, Bir Genç Kızın Romanı, Unutulan Kadın, Yarın Ağlayacağım, Yağmur, Ali Cengiz Oyunu, 1972: Asi Gençler, Üç Sevgili, Tanrı Misafiri, Yirmi Yıl Sonra, 1973: Elbet Birgün Buluşacağız, Kurt Yemini, 1977: Gülünüz Güldürünüz, 1982: Gazap Rüzgarı, 1984: Yabancı, 1990: Darbe

4 Aralık 2009 Cuma

Hayatıyla karışık Sadri Alışık…



Ameneeeyy, Turist Ömer derler benim adıma, adıma/Pişman olur bakmayanlar tadıma amaneeey/Sabahları bir kadeh, akşamları beş kadeh/Neşemi de bulunca dalgama da bakarım amaneeeyy...

O’nu en çok Turist Ömer olarak hatırladık, sevdik. Turist Ömer olarak yamyamların arasına gitti, boğa güreşçisi oldu, uzayda dolaştı. Ofsayt Osman oldu başka bir zaman ya da İstanbul’un o başka zamanlarından, ille de ‘Ah o güzel günlerinden’ şipşak sokak fotoğrafçısı bestekâr Haşmet Bey olarak çıktı karşımıza. Ali Baba’ydı Kırk Haramiler’in karşısında ya da Atını Seven Kovboy Red Kit’di Daltonlara Karşı. Banazlı İsmail’di Attila İlhan imzalı unutulmaz televizyon dizisinde ya da Ayhan Işık’ın has arkadaşıydı Küçük Hanımefendi serilerinde… Güldürürken düşündürdü, hüzünlendirdi. Kimi zaman izleyenlerin gözleri kan çanağına döndü ağlamaktan, kramp girdi çenelerine katıla katıla gülmekten kimi zaman. Günahsızlar filmiyle başlayan sinema serüveninde O, Zümrüt’ün de, Yalnızlar Rıhtımı’nın da, Yengeç Sepeti’nin de ve onlarca filmin de büyük oyuncusu, Türk Sineması’nın unutulmaz aktörü Sadri Alışık’tı her zaman. Sadri Alışık sanki izlediğimiz o filmlerin oyuncusu değil, mahallemizin en ‘güzel’, en bizden abisiydi.


Sadri Alışık 5 Mart 1925 yılında, İstanbul Paşabahçe’de, dünyaya gelir.. Asıl adı Sadrettin olmasına rağmen, annesi Saffet hanım ve babası Rafet Kaptan onu hep Sadri diye çağırırlar... Altı-yedi yaşlarındayken bir sünnet gecesinde Naşid Özcan Tiyatrosu'nu izler... Tiyatroya olan tutkusu başlamıştır... Piyesler hazırlayıp oynar mahalle arkadaşlarına..
İlkokul üçüncü sınıfındayken ''İSTİKAL'' piyesinde “ADALI HALİL” rolüyle başrolde oynar. İlkokulu bitirdikten sonra Cağaloğlu'na taşınırlar.. İstanbul Erkek Lisesi’nde okurken, Cağaloğlu Halk Evi'nin tiyatro bölümüne yazılır... (Orada da ilk kez bir uşak rolüyle sahneye çıkar. Fakat o kadar heyecanlıdır ki, ilk gece ayağı takılır ve yere düşer. Elindeki kahve tepsisi bir yana Sadri Alışık başka bir yana düşer. Oyunculuğunu evden gizli yapıyordur. Halkevinde oynadığı Zehirli Kucak adlı oyundaki rolüyle ilk kez 1942 yılında basında yer alır.)
O günlerde Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'ne de kayıt yaptırır..

Sahne, resim, tiyatro derken sinemaya da adım atar Sadri Alışık.İlk filmi Faruk Kenç’in yönettği Günahsızlar’dır. Artık sokakta da tanınıyor, kendini Clarck Gable gibi hissediyordur. 1946 yılında askere gider. (Orada tanıdığı disiplinsizlikten sürekli askerliği uzayan Hüseyin Güzelce adlı bir asker vardır. Ne selamını doğru veriyor ne de künyesini doğru okuyordur. Turist Ömer filmleri başlayınca asker arkadaşının hareketlerini ve selamını kullanmaya başlar. Turist Ömer tipi bir anlamda askerde doğmuştur.)
Askerlik dönüşü tekrar Yeşilçam’a döndüğünde artık Ayhan Işık, Turan Seyfioğlu, Muzaffer Tema gibi güçlü jönler vardır ve onların arasında kendine yer edinmeye çalışır. Bir yandan da Küçük Sahne’de oyunculuğunu sürdürüyordur. 1951 yılında imrenerek baktığı Ayhan Işık’la tanışırlar ve yıllar süren güçlü bir arkadaşlık, dostluk başlar aralarında.
Çolpan İlhan da tiyatrodaki rol arkadaşlarındandır. Filmlerde de birlikte oynarlar. 1959 yılında çevirdiği YALNIZLAR RIHTIMI adlı filmde Çolpan İlhan’la aralarında başlayan aşk evlilikle noktalanır. Evlendikten bir kaç sene sonra Kerem Alışık dünyaya gelir..

Küçük Hanımefendi, Şakayla Karışık, Turist Ömer gibi onlarca filmde oynamış, sevilen, aranan bir aktör olmuştur.
Sadri Alışık, güldürürken düşündüren tiplemeleriyle; güzelliğe tutkun, dürüstlüğü ve doğruluğu özleyen insanımızı oynadı.. Bu yüzden, benimsendi, sevildi…
Yetmişli yıllarda birçok sinemacı gibi Sadri Alışık da gazinolarda sahneye çıkar. Oyunculuğunu televizyon dizilerinde sürdürür... Sinema dışında şiirler yazar, resimler yapar. Merhaba İstanbul’um şiiri Avni Anıl tarafından bestelenir. Şarkıyı İnci Çayırlı okur.
En iyi dostu Ayhan Işık'ın ölümünden çok etkilenir. İçkiyi çok seven Sadri Alışık, Ayhan Işık’ın ölümüyle kendini iyice içkiye verir...
90’lı yılların başında hastalık günleri de başlamıştır. Karaciğer yetmezliğinden günlerce komada kalır. Herkesin umudunu yitirdiği günlerde Amerika'da yaşayan Türk doktoru Münci Kalayoğlu tarafından ameliyat edilir...
Beşyüzün üzerinde film çeviren Sadri Alışık, en son rolünü Yavuz Özkan’ın yönettiği Yengeç Sepet'inde oynar... Bu filmdeki oyunuyla, Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alır...
Artık hastalıklar yakasını bırakmamaktadır. 1995’in Mart ayında Amerikan Hastanesi’nden bizlere ulaşan son sözleri şunlardır: “YAŞAMIM BOYU SİZLER İÇİN YAŞADIM. SİZLERE, SİZİ OYNAMAYA ÇALIŞTIM YAŞAMIM BOYU. ACILARINIZI VE SEVİNÇLERİNİZİ FİLMLERİME DÖKTÜM. ŞİMDİ SİZLERDEN TEK İSTEĞİM, BENİ HEP SEVİN VE BENİ HİÇ UNUTMAYIN...''

Sadri Alışık 18 MART 1995 yılında ailesine, sevenlerine, yarım asırlık dostu sinemasına ve canı kadar sevdiği İstanbul'una veda ederek ayrılır aramızdan.

Gülistan Güzey-Sadri Alışık

Gülistan Güzey-Sadri Alışık
Her şey değişmişti ve bu değişimi en iyi sinema yansıtıyordu. Örneğin insanlar, Üç Arkadaş filminde izlediği (hatta belki de çocukluğunda yaşadığı) sevgi, dostluk ve dayanışma ruhunu, bugünün dünyasında bulamıyordu. Şimdi dünya farklıydı... Bu farklılaşmayı, değişimi Tunç Başaran’ın Piano Piano Bacaksız filminde de iliklerimize kadar irkilerek izliyoruz. Bu filmde değişim şu cümlelerle ne güzel anlatılıyordu: “Biz eskiden de açtık, ama açlığı da adam gibi yaşıyorduk.”

Not: Facebook hesabınız varsa başlığa tıklayarak
filmi izleyebilirsiniz

29 Kasım 2009 Pazar

Yaşamı boykot eden ‘Yeşilçamzede’ SUPHİ KANER



1960’lı yılların sonunda birçok yaşıtım gibi, yazları çeşitli işlerde çalışırdım. Mahalle bakkalına çıraklık yapmak, haftasonları maçlarda gazoz satmak ve niyet çektirmek de misket oynamak, gazoz kapağı biriktirip ‘hangi baş’ oynamak kadar zevkle yaptığım işlerdi. Yaz-kış en büyük eğlencemizse ailecek gittiğimiz sinemalarda izlediğimiz filmlerdi. O yıllarda, yazlık sinemaların hayatımızdaki yeri başkaydı. Nubar Terziyan’ları, Hulusi Kentmen’leri, Danyal Topatan’ları, İhsan Yüce’leri o filmlerde tanıdım. Arkadaşları için her türlü fedakarlığı göze alan insanlar, haksız yere teklif edilen paraları karşısındakinin yüzüne çarpan ‘yoksul ama onurlu gençler’, o filmlerin ‘bizden insanları’ydı. "Üç Arkadaş" filminin yoksul ama sevgiyi, dostluğu ve dayanışmayı herşeyin üstünde tutan onurlu insanları bize bugün bile hayat dersi vermektedir.
Birçok işte çalışmama karşın, en çok sinemalarda çalışan yaşıtlarıma imrenirdim o günlerde. Çünkü benim gidemediğim, izleyemediğim filmleri onlar hiç kaçırmıyorlardı. Yine de gittiğimiz sinemalarda ‘alaska frigo’ ve gazoz satan o çocuklar kadar iyi tanırdım sinema oyuncularını.

İşte o yıllarda tanımış ve çok sevmiştim Suphi Kaner’i, o hüzün yüzlü, hüzün bakışlı komedyeni. Beni çok etkileyen oyunculardan olmuştu. O yıllarda birçok filmini izlemiştim, yaşadığı dramı bilmeden. Çok sonraları öğrendim, yıllarca yoksul bir hayat sürdüğünü, ayakta kalabilmek için sinemalarda çalışmak da dahil, marangozluktan elektrikçiliğe, ayakkabı tamirciliğine, tiyatroculuktan gazeteciliğe ve sinema oyunculuğuna kadar  birçok işte çalıştığını. Yine çok sonraları öğrendim intihar ederek yaşamına son verdiğini.
Telgraf hat bakıcısı Ömer Efendi ve Nâzime Hanım’ın tek çocuğu olan Suphi Kaner, 19  Ocak 1933 yılında Cerrahpaşa’da dünyaya gelir. Alt katında marangozhane olan yoksul, ahşap, kira evinde... Babası genç yaşta ölür ve yaşlı, hasta annesi evlere çamaşıra gider. Suphi Kaner de çok küçük yaşlarda çalışmaya başlar. "İlk olarak Hayat Karamelaları" satar, okul tatillerinde de ayakkabı tamirciliği yapar. Elektrikçilik, marangozluk gibi işlerden sonra Şehzadebaşı’ndaki Ferah ve Turan sinemalarında fıstık, gazoz satar. O yıllarda oyunculuğa gönül vermiştir. Yazarlığı da vardır Suphi Kaner’in. Hikaye ve şiir yazar. Yazdığı hikayeleri yayınlatmak üzere götürdüğü gazetenin yazıişleri müdürü, "Bununla para kazanamazsın. Gel en iyisi gazete sat" der ve Suphi Kaner o işi de yapar. Sonra yine bir sinemada yer göstericiliği yapmaya başlar.

1946 yılında Eyüp Halkevi’nde sahneye çıkar, "Süt Kardeşler" ve "Mozambik" revülerinde oynar. Ardından da Yeşilçam’a gelir. Film yazıhanelerinde çalışmaya başlar. Yeşilçam’ın ‘hamallığını’ yapmaya başlamıştır. Fikret Hakan ve Öztürk Serengil en yakın dostlarıdır. Ya kahvelerde ya da Fikret Hakan’ın annesinin evinde yatmaya başlarlar. Hergün beş parasız oyuncu kahvelerinde iş bekliyorlardır ve o iş bir türlü gelmiyordur. Fikret Hakan’la birlikte “Sahne 8” adlı bir tiyatro grubu kurup, turnelere çıkarlar. Zamanla Fikret Hakan da Öztürk Serengil de Suphi Kaner de, yaşadıkları çileli ve yoksul günlerden sonra, Yeşilçam’da ‘dikiş tutturur’lar. Suphi Kaner başrollerde oynamaya başlar. Halktan, sevimli tiplemeleriyle sevilen bir komedyen olarak ünlenir. Artık günlerce film teklifleri beklemiyor, setten sete koşuyordur. Öztürk Serengil’e ve O’nun anılarını referans alan sevgili Taner Ay’a göre "Para, Suphi Kaner’i Suphi Kaner’e yabancılaştırmıştır, en başta. Alkollü gecelerini alkollü 24 saate genişletecek kadar mutsuzluğuyla." (11) Ben yine de bu yargıları biraz acımasız bulmuşumdur yıllardır.

Suphi Kaner 1959’da evlenir, Aşkın ve Taşkın adında ikizleri olur. Artık sadece eşi ve ikizleri vardır hayatında. Onlar için yaşıyor, onlar için daha çok çalışıyordur. Fakat Yeşilçam acımasızdır. Zamanla diğer yüzünü göstermeye başlar. Yaşadığı yoksul ve çileli geçmişin yarattığı tahribat yakasını bırakmamış, taşıdığı izler, yaşadığı hayalkırıklıkları sürekli yalnızlığa ve bunalıma itmiştir Suphi Kaner’i. O da birçok meslektaşı sanatçı gibi, örnekse Yıldırım Önal, Cahide Sonku, Tugay Toksöz gibi dostluğu içkide aramıştır en paralı, en yoksul günlerinde de. Yeşilçam’ın sevimli güldürü ustası bunalıma girdiği günlerde iki kez intiharı denemiştir. Alkolle sorunu olduğu için setlerde de ‘sorunlar’ yaşıyor, film şirketleriyle arasında anlaşmazlıklar çıkıyordur. Bir sinema dergisine şöyle bir ilan verir: "Sayın seyircilerim ve meslektaşlarım... 24. 11. 1961 tarihinden itibaren, on yıldan beri devamlı olarak içtiğim içkiyi, gerek sıhhatim ve gerekse dostlarıma karşı davranışlarımın anormalleşmesi bakımından bıraktım... Bundan böyle, her kim beni içki içerken veya içkili görürse kendilerine tarafımdan 1000 TL’sı ödenecektir. Hürmetlerimle." (12) Fakat sözünde duramaz, içki içmeyi sürdürür.
Suphi Kaner’le, -ne acıdır ki yıllar sonra o da yaşadığı ekonomik kriz, borçlar ve çeşitli sorunlar nedeniyle intihar edecek olan- Nevzat Pesen’in sahibi olduğu Pesen Film arasında bir sorun yaşanır. Suphi Kaner, anlaşması olduğu halde filmi yarım bırakır ve çekimlere gitmez. Bunun üzerine Nevzat Pesen, işi aksattığı ve şirketi zarara uğrattığı için Suphi Kaner’i, Prodüktörler Cemiyeti’ne şikayet eder. Prodüktörler Cemiyeti de 1963’ün Haziran ayında bir bildiri yayınlayarak tüm film şirketlerine gönderir ve "...Oynamayı kabul ettiği rolü filmin yarısında bırakarak film şirketini maddi, manevi zarara soktuğu için" anlaşmazlık çözülene kadar Suphi Kaner’e "iş verilmemesini rica eder." Bu "ihtar" niteliğindeki bildiri, apaçık bir boykottur. Bu boykottan sonra sinemamızın önemli ve yetenekli aktörü Suphi Kaner en verimli günlerinde, işsiz kalmıştır.

Suphi Kaner de boykot kararına tepkilidir ve yapımcıları, film şirketlerini suçluyordur. Ölümünden birkaç gün önce ziyaret ettiği Ses dergisinde yaptığı söyleşide şunları söyler: "Yeşilçam’a geldiğim gün on beş liram vardı, işte şimdi on liram var. Ama, ben o film prodüktörleri için hayatımı, kanımı, canımı verdim. Onlar benim iş hürriyetimi tahdit etmek cesaretini nereden buluyor? Bu insan haklarına aykırıdır, insan haklarını çiğnemektir. Fakat onlara göre ben ‘insan’ değilim ki. Prodüktörler Cemiyeti beni halktan ayırmak istiyor. Otuz milyon seyircinin tebessümlerini çalmaya kimsenin hakkı yok! Beni öldürmek istiyorlar, ama ben bile öldüremiyorum. İki defa intihar ettim, ölmedim." Bu sözleri söylerken gözlerinden yaşlar boşanır Suphi Kaner’in. Sakinleşince sürdürür konuşmasını: "Türkiye’deki bütün kameraları sırtımda taşıdım. 18 yılda bu hale geldim. Hammalı aktör diye karşılarında görmek ağır geliyor. Aktör’ün cemiyeti, sendikası yok. İki çocuğuma dua etsinler, şimdi daha temkinli, daha efendice mücadele edeceğim. (...) İçkiyi aleyhime silah olarak kullanıyorlar. Bu olayların içki ile ilgisi yok. Beni ‘röntgenci’ rolüyle seyircilerimin karşısına çıkarmak istediler. Onu farkedince terkettim. Beni seven seyircilerimin hanımlarına ben kötü gözle asla bakamam. Rol bile olsa bakamam."
Suphi Kaner kendisine önerilen role içerlemiştir. Hep güldüren ve hüzünlendiren sempatik aktör, "kötü" adam rolünde seyircilerinin karşısına çıkmak istemez. Fakat Yeşilçam ve insanlar acımasızdır. Duyarlı ve içine kapanık aktör dişiyle, tırnağıyla mücadele ederek, yoksulluklarla, çilelerle boğuşarak geldiği yerde onurlu mücadelesini sürdürmek istemiştir yalnızca. O da birçok ‘benzeri’ gibi yalnızdır, kırgın ve küskündür.

Türk sinemasının güldürü ustası, sempatik aktörü Suphi Kaner, 1963 yılının Ağustos ayında, henüz 30 yaşındayken arkadaşı Afif Yesari’nin evinde, üç tüp "Nembutal" adlı haplardan içip intihar ederek yaşamına son verir. Son konuşmalarının ve ölüm haberinin yer aldığı Ses dergisinde sanatçı Afif Yesari’nin evinin fotoğrafının altında, fotoğraf altı olarak "Bu evde öldü" başlığıyla birlikte şunlar yazıyordu: "Kasımpaşa Bahriye Caddesi No. 181.. Suphi Kaner’in son adresi buydu. Birçok kira evi değiştirmişti, en sonunda arkadaşı Afif Yesari’nin evinde geceyi geçirmek istemişti. Arkadaşları intihar edeceğini hiç ummadılar. Onlara da oyun oynadı ve üç tüp ‘Nembutal’ yutarak öldü. Ölümü garantilemek için yatarken ‘beni 12’den önce uyandırmayın’ demişti. Şimdi, yıllardır hasret kaldığı rahat uykusunu bol bol uyuyacak. Hiçbir iş davetiyesi veya boykot kararı uykularını kaçırmayacak."
Oyuncu olarak yer aldığı filmler

1957: Namus Kurbanı, Korsan, 1958: Meyhanecinin Kızı/Mapushane Çeşmesi, Sevmek Günah Mı, Mahkumun Ahı, Esrarlı Kadın/Günah Bende, 1959: Sevdalı Gelin, Aşk Rüyası, Allah Büyüktür, Benzincinin Aşkı, 1960: Gecelerin Ötesi, Bir Yaz Yağmuru, Dolandırıcılar Şahı, Ben Masumum, Fedakar Onbaşı, Namus Uğruna, Ölüm Perdesi, Sığıntı, Aslan Yavrusu, Aşk Hırsızı, Cici Katibem, Gece Kuşu, Fedakar Arkadaş, İlk Aşk, Mahallenin Sevgilisi, Ölümlü Dünya, Yanık Ömer, Üsküdar İskelesi, 1961: Duvaksız Gelin, Otobüs Yolcuları, Doğmadan Ölenler, Yasak Aşk, Afacan, Aşk Ve Yumruk, Avare Mustafa, Ayrı Dünya, Güneş Doğmasın, İki Yetime, Hancı, Altın Hırsı,  Acar Kardeşler, Cambaz Kızın Aşkı, Kara Dut, Tatlı Günah, Bitmeyen Mücadele, İstanbul'da Aşk Başkadır, Kabadayılar Kralı, Kahraman Üçler, Mahalle Arkadaşları, Yedi Günlük Aşk, Ümitsiz Bekleyiş, Yavru Kuş, Vatan Fedaileri, 1962: Küçük Hanımın Şoförü, Kırmızı Karanfiller, Ayşecik Ateş Parçası, Sevimli Serseri, Bir Çiçek Üç Böcek, Acı Ve Tatlı, Aşk Bekliyor, Zorlu Damat, Çöpçatan, Ekmek Parası, Cafer Çocuk Hırsızı, Atı Alan Üsküdar'ı Geçti, Bir Aşk Günahı, Bir Haydut Sevdim, Bir Milyonluk Macera, Dilberler Yuvası, Gol Kralı Cafer, Gönül Ferman Dinlemez, Gümüş Gerdanlık, Meteliksiz Aşıklar, Neşemizi Bulalım, Şeyh Ahmed'in Torunu, Şaka Yapma, Şarkıcı Kız, Şoförün Karısı, 1963: Üç Çapkın Gelin, Çapkın Hırsız, Erkek Fatma Evleniyor, Bulunmaz Uşak, Bahriyeli Ahmet, Ali Derler Adıma, Aman Kimse Duymasın, Azrailin Habercisi, Bir Milyonluk Macera, Sabah Olmasın, Perişan, 1964: Tığ Gibi Delikanlı, Bücür, Ayvaz Kasap, Mapushane Çeşmesi
Yönetmenliğini yaptığı filmler
1959: Allah Büyüktür, 1960: Üsküdar İskelesi, 1961: Duvaksız Gelin, Yedi Günlük Aşk, 1964: Mapushane Çeşmesi
Yapımcılığını yaptığı filmler
1961: Yedi Günlük Aşk
Senaryosunu yazdığı filmler
1959: Allah Büyüktür, 1960: Fedakar Arkadaş, 1961: Duvaksız Gelin, Yedi Günlük Aşk

İzleyiciler